23 Kasım 2016 Çarşamba

Öğretmenlerim Üzerine...

Tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü'nü kutlarım...

Benim ilk öğretmenim Fatma Çolak'tı. Orhan Veli'nin Gözlerim şiirini melodili olarak sınıfa söyletişi aklımda. Sonra Ayla Sevindik hocamız... Üç yıl üzerimde emeği oldu. Taşınma nedeniyle ayrılmak çok zor olmuştu. Son ilkokul öğretmenim Nihal Lekesiz ise, aydınlık kavramının somut hali gibi bir imgedir gözümde. Eleştirel düşünceyi karşılayış biçimi, yaklaşımı... Fen bilgisi konusunda bildiğin deney yaptırmıştı, çağ atladığımızı düşünmüştüm...

Ortaokulda, eli ağır Fen'ci Ahmet hoca. Bilgisayarcı Nurgül hoca (hala var mı öyle bi ders?)... Türkçecilerim; Frasızca mezunu Baki hoca, tam da döneminin sıkı Radikal okuyu Bülent hoca... ve orijinal insan; Halis hoca. Son yıl okul bittikten sonra evine gider gelir, tiyatro salonunda isteyen öğrencilere lise giriş sınavında çıkacak konuları anlatırdı. Beden eğitimini Engin Otazca hocamızdan alırdık. Okul futbol takımının bir antrenmanında "fiziğin biraz daha iyi olsa Sergen gibi oynıcan len" diyerek hücum futbolu konusunda beni cesaretlendirmiştir. (NOT: At yarışından anlamıyorum:) Ve tabi, henüz ortaokulda yazdığım şiirleri ve tiyatro skeçlerini okuyup değerlendiren ismini hatırlayamadığım Tiyatro Kolu öğretmenleri; müdür yardımcılarımız Berrin ve Yansev hocalar...

Lisede Hasan Efe... Bu orijinal ve disiplinli öğretmen Karikatürü Düşündüren İnsan, Şiir Çözümlemeleri gibi telif kitapların yazarı olmasının yanında çeşitli ülkelerde ödüller almış bir karikatüristti. Poyraz adlı okul dergisini "çocuklar boş işlerle uğraşacağına ders çalışsın" diyen 'eğitim müdürlerine' rağmen on yıl öğrencilerle çıkardı. Son üç yılı, benim öğretmenim olduğu döneme denk geldi ve yazmanın; ortaya bir şeyler koymanın tadına vardık. İzmir'in köklü yerel gazetelerinden Ege Telgraf'ta çıkan ilk yazılarım da Hasan Efe'nin sayesindedir.
Rehberlik denen birimin, odada tüm gün oturup maaş almaktan ibaret görüldüğü bir dönemde elinin yetiştiğince tüm öğrencilerle ilgilenen ve bende yeri ayrı olan Rumeysa hoca... Lise 1'de son sınavlara girerken 12 dersin 9'undan 1 almış halde, son bir ayda çalışıp sınıfı geçebileceğime inanmama katkısı inanılmazdır. Üç yıl sonra Türkiye'de iki bininci olup İÜ'ye girebildiysem; emeği çoktur.
Cemil Tombaz hocama da ayrı parantez açmalı. Esprileri sınıfı kırar geçirirdi,çok severdik. Tarih kitaplarına merak saldıktan sonra, 'ne okumalı?' noktasında yardımcı olmuş, mesela İbrahim Kafesoğlu'nun Türk Milli Kültürü kitabıyla beni ilk o tanıştırmıştı.
Ve Gülsevin hoca... Harita çizerek tarih anlatması... Sunum hazırlatması... dönem haritaları, eski gazete kupurleri ve çeşitli eski belgelerin fotoğraflarını bilgisayarda göstererek anlatması 2007-2008 şartlarında gerçekten önemli.
TC Yurdanur Yıldız Suyolcu da çok özeldir. Birkaç kez hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen öğretmenler odasında zaman ayırıp bazı konulara ekstra çalışmama yardımcı olmuştur. Bu sayede İzmir çapında bir sınavda ufaktan derece yapıp dershanelerden kallavi indirimler kazanarak; üniversite sınavı için özgüven kazanmama yardımını unutamam.
Ercan Bahadır ve Mehmet Ekrem Yaşa hocalarımızdan Çehov'u öğrendik; lise çapında başarılı sayılabilecek bir oyun çıkardık (Sevgili Doktorum) ve Ziya Gökalp Kültür Merkezi'nde oynadık...
Neşe Toğan, şair İsmet Özel'den bana ilk bahseden kişidir. Özgür düşünme noktasında çok şey öğrendiğim, müfredatta gecikse de ders anlatımından çok zevk aldığım bir hocaydı. Canan Başkan'ı da atlamamak gerek. Zerrin Özer'e çok benzerdi, tam bir Cumhuriyet kadınıydı. Atatürk'ü her hoca anlatırdı, ama Atatürk'ü anlatmak deyince akla ilk o gelecek kadar çok anlatırdı. Bir de İsmail hoca vardı. O ise, özellikle şiir konusunda çok fazla yeni ve çeşitli ismi hayatıma katmıştı; Cengiz Aytmatov okumalarım onunla başladı. Derslerimize girmemesine rağmen Şehriye Arslan hocamı da anmalıyım.
Sosyoloji dersine Melih Bakır hocam girmişti. Ufuk açıcı anlatımı unutulmaz, dersi domine ederdi. Eşi Emine Bakır hocam da sanat tarihi konularına ilgimi çeken kişidir. Prof. Oktay Aslanapa'nın kitaplarını sahaflarda görünce dayanamıyorsam, biraz da onun sanat tarihi ve resim derslerinin etkisidir.
Yılmaz Cantekin hocamdan da bahsetmeli. Bugün hala geist ve tin kavramını duyduğumda; o konuyu anlatırkenki ses tonu; o sıcak İzmir günü aklıma gelir. Bana değer katmış hocalarım arasındadır, George Orwell başta olmak üzere birçok yazara ilk onun tavsiyesi ile girişmişimdir.
Üniversite'de Mehmet Samsakçı, Nuri Sağlam ve Ali Şükrü Çoruk hocalarımın dersleri kadar; odalarına gidip sorduklarım da aklımda. Boş vakitlerde izin verdikleri kadar, resmiyette alamadığım seçmeli derslerine ve yüksek lisans derslerine de girerdim...
Osmanlı Türkçe'sini öğrendiğimiz Enfel Doğan... Özellikle seçmeli derslerindeki hava farklı olan Feryal Korkmaz...
Farklı yaklaşımları ile Halkbilimi ve edebiyatını bambaşka yönleriyle düşündürebilen Abdulkadir Emeksiz'in hocalıkları başkaydı. Ödevleri zevkli ve öğretici tecrübeleri tetikleyen bir hoca profili.
Osman Fikri Sertkaya'nın efsanevi dersleri... Kemal Yavuz hoca... ve daha niceleri.
Şimdilerde Kazan Federal Üniversitesi'nde hayatımda yeri olan hocam Alfiya Yusupova...
Bilimsel danışmanım Гульназ Мугтасимова...

Hepinizin ve tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun...
Belki listede eksikler çok. Bunlar bir oturuşta aklıma gelenler.

26 Şubat 2016 Cuma

Korsan kitap, okur ahlâkı ve Mersin sahafları

    Bugün face'te dolanırken gördüğüm bir gönderi, beni çocukluğumdan komik sayılabilecek bir anıya götürdü. Tarsus'lu kitapçı İsmail Kun, genç bir okurun dükkanına gelip çantasından çıkardığı bir kitapla birlikte elli lira uzattığını söylüyordu paylaşımında.
   Bu, İstanbul'da dükkana girer girmez hızlıca "buyrun!" diyerek bir an önce parasını almak için alış-veriş yapmaya zorlayan gıcık kuruyemişçiye hinlik olsun diye; ondan önce "buyrun!" diyerek şaşırtmamız gibi bir şey değildi belli ki. 
Sahaf İsmail Kun
Mersin'in Tarsus ilçesinde
Antik Sahaf'ı işletiyor

   Kun'un şaşkınlığı geçmeden müşterisi durumu açıklıyor; "Geçen ay bir kitapçıdan almış ve gerçek etiket fiyatının yarısını ödemiştim. Kitabın korsan olduğu şüphesiyle sizin kitabevinizdeki orijinal kitap ile karşılaştırdığımda daha önce aldığım kitabın korsan olduğunu anladım ve çok üzüldüm" diyor. Korsanını getirdiği kitabın, orjinalini alıyor ve korsanını n'apmak lazım diye soruyor. 
   İsmail bey yırtmasını söylüyor ve kitabın orjinalini indirimli veriyor. Olaya yorumu "sanırım biraz gülümseyebiliyorsak bunca kötülükler, baskılar ve dahi ölümler yaşanırken, her halde bu tip insanlar sayesindedir." olmuş.
   Bu olay vesilesiyle hatırladım. Sekizinci sınıftayken Karşıyaka'da, Ankara ilköğretim okulunun önünde bir tezgahta kitaplar satıldığını görürdüm dersaneye gidip geliken. Aylarca, kitapları ve fiyatlarını merak eder durudum. Bir gün dersane çıkışı, İzmir'in erken inen soğuk bir akşamında tezgahtaki kitaplardan biri bir hayli dikkatimi çekti. Bu sırada bir adam kitapları kolilere topluyor; bir başkası da oturmuş listelerini çıkarıyordu. Kitaplardan birini alıp, liste çıkaran adama "abi bu kaç para?" diye sorduğumda aldığım cevap hala beni güldürür:
   "Evladım korsan kitap bunlar. Baskın yaptık, götürüyoruz bunları. Git yoluna!"
   Aylardır önünden geçtiğim tezgahın kenarına gidip soracak medeni cesaret ile harçlığı cebimde bir araya getirememiştim, getirdiğim gün ise buna denk gelmişti. O günden sonra oradaki tezgahı bir daha görmedim. Serpil, Symirna, NT vb kitapçıların yerini öğrenmeme vesile oldu bu olay. 
Tarsus'ta Murat
Uyurkulak'ın imza günü.
Fotoğraf: Hava Yasak
   
   40 yıllık sahaf

   Yeri gelmişken İsmail Kun'dan ve Tarsus'un tek sahaf dükkanı Antik Sahaf'tan da bahsedelim. Bir kitap-kafe izlenimi de alabileceğiniz küçük dükkana girdiğinizde sağ tarafta sizi güleryüzlü bir adam karşılıyor. Sol tarafta ise dergiler ve fotokopi makinası. Yine de dükkanın iç kısımlarında az buçuk okur birinin saatlerini bakarken harcayabileceği kadar kitap var. 
   İsmail bey tam kırk yıldır bu mesleği yapıyor. "80'lerden önce okur kitlesi daha iyiydi" diyor Kun; "eskiden okur dükkana gelir, kitapların ardına önüne bakar ve muhabbet ederlerdi burada. Artık herkes kafasında bir kitapla geliyor ve aradığı kitabı sorup kaçıyor." diye ekliyor. Eskiden elli bin stokla çalışırken, artık yirmi bin stokla çalışmaya başlamışlar bu yüzden. Hatta 'kitaplarını sattığına göre Tristan Sandy arkadaşın mı?' ya da dükkandaki Nazım Hikmet fotoğrafını gösterip 'dedeniz mi?' diye soranlar bile olmuş. Kapağında 'aşk' ve 'Allah' lafzı geçen kitaplar en çok satanlarmış. 
   Okuma ediminin siyasetten oldukça bağımsız bir yapısı olduğunu düşünüyor: "Edebiyat ilgisi bir mahalle. Bunun sağı solu yok." Gençleri yaşayan edebiyatçılarla tanıştırmak istiyor. Tarsus'ta imza günleri düzenliyor bu amaçla. 
Betik Sahaf'ta Mersin'in tek sahhafı
Yunus Eren Kaplancık bey
Fotoğraf: Ahmet Balcı
   Mersin'in ilçesi olmasına rağmen bir il kadar nüfus barındıran Tarsus'ta aslında daha fazla kitap müşterisi olmalı görüşünü belirtince, İsmail bey ilçede fakülte olmamasının kitap talebini etkilediğini söylüyor.
  
   Betik Sahaf ve Sinek Kral

   Bir okur, aslında gittiği her şehri yeni kitaplar ve kitapçılar görmek için dolaşır. Tarsus'ta iki yaşındaki yeğenimin yanından kalkıp o yaz sıcağında yaklaşık 6-7 ay önce Özgecan Arslan vak'asının yaşandığı güzergahtan, benzer bir dolmuşla Mersin'e gitmemin sebebi de bu olmalı.
   Mersin'in merkezi düşünüldüğünde buranın tek sahafı olan Betik'ten de bahsetmek istiyorum. Aslında ayrı bir yazı konusu olabilecek bir mekan, sahibi Yunus Eren Kaplancık da öyle. Fakat, elim ermişken değinmeden geçmeyeyim şimdi. 
   Kazan'ın Kolhoz'unda dolaşırken Mersin Limanı'nı gösteren 97'tarihli imzalanmış bir kartpostala rastlamıştım bir zaman. Söz konusu limanı gördükten sonra, birkaç yanlış adres tarifinin ardından Facebook araması ile Yunus beye ulaşabilmiştim. Dükkana vardığımda "Facebook sayfası da bir işe yaramış oldu." dediğini hatırlıyorum dükkan sahibinin. Bir okur için doyurucu, oldukça geniş ve bir o kadar çok eski kitap dolu.
   Yunus bey, Ankara'da üniversite okumuş ve bir süre İstanbul'da bulunmuş. Kadıköy sahaflarına yakın bir muhitte oturmuş. Bir dönem TRT'de ve sinema sektöründe de çalışmış. 
Murat Gökhan'ın fanzini
Sinek Kral
 Operacı eşinin Mersin Üniversitesine tayininin ardından bu dükkanı açmaya karar vermiş: "Maalesef Mersin'in tek sahafıyım." demişti çay ikram ederken. Bu arada bana elyazması bir Mecmua-ı Eş'ar uzattı. Dilini anlayamadım, belli ki Arapça ya da Farsça idi. Bir ara Osmanlı Türkçesi okumada zaaf mı yaşıyorum acaba, diye şüpheye düşecek gibi oldum. Beni bu histen Osmanlı harfleriyle basılmış yazarı İsmail Habib Sevük olan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi kurtardı. 
   Sahaf dükkanlarında kurulan dostlukların ayrı bir tadı vardır. Betik Sahaf'ta da buranın müdavimlerinden Murat Gökhan Durmuş ile tanıştık. Güzel Sanatlar mezunu bu genç adam sinema temalı Sinek Kral adındaki Fanzin'i çıkarıyor. 

   Bir face paylaşımı, 2015 yazında geçirdiğim güzel günlere dair gecikmiş bir blog yazısını yazmamı sağladı. Vesileyle tüm sahaflara ve okurlara da selam olsun...

27 Şubat 2016, Kazan / Tataristan / Rusya

22 Şubat 2016 Pazartesi

İkinci dayılık ve Çuvaşistan

   Bugün, ikinci kez dayı olmanın sevincini yaşıyorum. En sevdiğim küçük ablam ve en sevdiğim küçük eniştemin ilk evlatçığı Göktürk, İzmir'de hayata gözlerini açtı. Bense, kilometrelerce uzaktayım. Rusya'nın vassalı matur Tataristan'ın güzel şehri Kazan'dayım. Ona dair ilk hislerimi bloguma kaydetmek istedim.
   Yazının başlığı neden Çuvaşistan? Geçen yılın Haziran ayında, Kazan'dan biraz kuzeybatıda kalan Çuvaşistan'ın başkenti Çeboksarı'ya (Şupaşkar) gezmeye gitmiştik.
   Göktürk'ün varlığından ilk o gün haberdar olmuştum. Zalif'te, İdil kenarında. Bir dal marlboro'nun keyfine daha bir keyif katılmıştı. Sevinmiştim. Yıllar öncesinin dalin reklamlarından kalma bir şarkı ağzıma takılıp durmuştu: "Saçlarım bebek gibi, kokum melek gibi..."

   Hani, facebook'ta aylar yıllar önce paylaşılmış bir fotoğrafınızı biri beğenir de fotoğraf birden yirmi yıl sonra yeniden patlama yapan şarkıcılar gibi beğeni yağmuruna tutulur ya; garip bir tevafukla kendisinden ilk kez Çuvaşistan'da haberdar olduğum gün Çuvaşistan'da çekilmiş bir fotoğraf, Göktürk'ün doğduğu günün sabahı tekrar önüme geldi. Beğenen beğenene. (Bkz: Foto 2)
Foto 2: Çuvaşistan'ın başkentinde
 Çuvaş Ana heykelinin önünde,
Erkan Karagöz hoca ile.
Fotoğraf: Can Mert Tatlıoğlu
 
   ***

   İlk yeğenim Elif Hilal'den ilk haberdar oluşum, İstanbul'da Çapa semtindeki izbe öğrenci evindeki karanlık odamda olmuştu.
   Sabahında, köyde aile arasında 'koca ev' dediğimiz, artık kimsenin oturmadığı Rahmetli Ahmet dedemden kalma evde, bir yaşlarında bir kız çocuğunun boynuma sıkı sıkı sarıldığını görmüştüm. Tesadüfün böylesi, demiştim. Aylar sonra Elif Hilal'in doğumuna gittiğimizde bu rüyayı da anmıştık.
   Elif Hilal doğduğunda henüz bir blog açmamıştım ve çok yoğun çalışıyordum, sanırım bu yüzden böyle bir not tutmadım. Tutsam iyi olurmuş. Yeri gelmişken, Elif'in annesi Ayşen ablamın da ilk kez teyze olduğunu kaydetmiş olayım.
   Bu tarz konularda not tutmanın önemi üzerine birkaç farklı muhabbette, Kazan'da yaşayan çevirmen Fatih Kutlu'dan çok şey öğrendim. Kızının doğumunda tuttuğu notlardan bahsedişi, aile tarihi meselesine bakış açısı vs... Elif doğduğunda, bir gün gelip de Rusya'da, Kazan şehrinde yaşayacağım aklımın sınır komşusu bir eyaletten bile geçmiyordu.

   ***

   Nedense, tüm aile henüz cinsiyeti belli olmadan erkek hissetmişti. Bu sefer rüya görmedim ama, ben de ilk haber aldığımdan beri erkek olacakmış gibi bir his içindeydim.
   Kız doğsa çöpe atmayacaktık tabi... :)

   ***

   Yirmi dört yaşımdan hızla günler almaktayım. Aslında daha erken dayı olmak, bekar ve genç dayı olarak çok daha uzun süreler yeğenlerimle vakit geçirmek isterdim. Hala bekar ve gencim ama, Rusya'dayım. Takdir edersiniz ki kilometre hesapları dert sebebi... :)
   Allah'tan watsapp'tı viber'di (vaybır değil, dümdüz viber), fesefoktu, skayp'tı mesafeleri zaman zaman kısaltabilen teknolojilerin ucuzladığı bir çağda yaşıyoruz.
   Yeğenlerimi internet üzerinden de olsa görmek çok güzel. Dayı olmak da...
   Ablam ve eniştemi de tebrik etmek lazım. İlk kez anne ve baba oldular. Sanırım, Tosun Paşa filminin efsane repliklerinden olan bu esprinin yerini bulacağı anı yıllardır bekliyordum; bundan sonra tutmayın küçük enişteyi!..

19 Şubat 2016 Cuma

Umberto Eco: Genç bir romancının ölümü üzerine

   Umberto Eco'yu ilk olarak J. C. Carriere ile söyleşilerinden oluşan Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın çıktığında kitap eklerindeki yoğun tanıtım yazılarından tanıdım sanırım. Daha önce çeşitli kitaplarda ismiyle karşılaşsam da pek farketmemiştim.
   Gazetecilik bölmünde okuyan sevgili dostum ve devrem Zeynel ile, kitabın çeşitli eklerdeki yorumları üzerine uzun bir sohbet ettiğimizi; lafın lafı açtığını çayların demliklerden taştığını da hatırlıyorum.
   Fakat Eco'yu ilk okuyuşum biraz daha sonraları. Edebiyat fakültesinde derslerinden keyif aldığım sevgili Nuri Sağlam hoca, zannediyorum İkinci Yeni dersinde olacak, başlangıçtaki konudan bir hayli konu açıldıktan sonra Genç Bir Romancının İtirafları'nın yazarının yetmiş yedi yaşında olduğunu söylediğinde daha bir dikkatimi çekmişti.
   Yine de onun yazdıkları arasından ilk okuduğum sevgili Türkçe'me Ortaçağ'ı Düşlemek adıyla çevirilen deneme kitabı oldu. Çevirmeni Şadan Karadeniz'in arkakapaktaki ifadesiyle "Eco'nun sağlam mantığı, yüksek düzeyde, ama açık seçik dilli, özellikle de o kaçınılmaz kendine özgü mizahı" ile ilk tanıştığım kitap oldu denilebilir. Kitabı, İzmir'deki Sevgi Yolu'nun eski kitapçılarında gezinirken gözüme çarptığında almıştım. Bunu getiren de, kısa bir süre önce zevkle okuduğum Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın'dan gelen tanışıklık olmalıydı.
   O gün, aynı kitapçıda Açık Yapıt ve Genç Bir Romancının İtirafları da vardı. Avrupa ortaçağı o an için pek de ilgimi çekmiyor olmasına rağmen neden onu aldım şimdi tam hatırlamıyorum. Sıcak bir Mayıs günüydü... Sanırım Açık Yapıt'ın kondisyonu da pek iyi değildi, eski sahibi pek iyi davranmamış gibiydi.
   Ortaçağı Düşlemek'i okumaya köyde başladım. Evin terasındaki hamakta Öteyaka manzaralı gölgede... O derin karmaşıklık hissi veren cümleler, yoğun mizah ve bunu yazan adamın muzip bir gülüş dışında pek surat ifadesi kullanmaya ihtiyacı olmadığı düşüncesi...
   Kitap ne yazık ki yanımda değil, yoksa kitaptan çizdiğim yerleri ya da kitap üzerine birkaç notumu daha paylaşmak isterdim. Kitaplarımın kâhir ekseriyeti gibi o da köy havası iyi gelir kabilinden köyde ve matur Kazan'dan kilometrelerce uzakta.
   Kitabı neden o yaz bitirmedim hala bilmiyorum. Arada durup başka bir kitaba başlama ihtiyacı hissetmiştim. Hamakta okumaya daha uygun ve o zamanlar kurgulamasına yeni başladığım bir roman taslağım adına okuma ihtiyacı hissettiğim Yalnızız'a başlamıştım sanırım.
   Ertesi yaz kitaba kaldığım yerden devam ettim.
   Kiraz-vişne zamanı annemin en sevmediği şeylerden biri sanırım evden birinin geç uyuması. Çünkü kiraz, sabahın beşinde toplanmaya başlanır. Geç yatarsam beni zor uyandırır. Tarlada bir ağaç gölgesine uzanıp uyumam da an meselesi haline gelir. Oysa ki kiraz bir an önce ağaçlardan toplanıp, en geç saat öğleden sonra bir buçuk gibi satılabilmelidir. Yine de canım istiyorsa yatmadan önce kitap okumaktan kolay vazgeçecek biri değilim. Sabahında 5'te kalktığım günde bile -hele ki Eco'nun semiyotik mizahı için- ışığı açık bırakabilirim. Anneciğimin kapıyı vurmadan girip "yat artık, yarın kiraza gitcez." tepkisini çekme pahasına hem de...

   Gelelim, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın'a.
   İstanbul'da çalışırken bir halı saha maçında burkulan sol ayak bileğimin bir hafta sonra ikinci kez burkulmasıyla alçı eşliğinde bir süre evde bulunmak durumunda kalmıştım. Annem, İzmir'e gel orda rahat edemezsin diye ısrar etmişti. Ben de yanıma Tanpınar'ın 19. Yüzyıl Edebiyat Tarihi ile birlikte Eco ile Carriere'nin söyleşilerinden oluşan bu kitabı alıp alçıdaki ayakla zorlu sayılabilecek bir otobüs yolculuğuyla İzmir'e varmıştım. Ben İzmir Garajında otobüsün içinde koltuğumda beklerken  annemle eniştemin (sabahın erken saatlerinin  etkisi sanırım) benim inmemi dışarda beklemeleri ve o ara otobüsün tekrar hareket alması hala beni gülümseten bir anıdır. Neyse ki, otobüs perondan ayrılmadan şoföre sesimi duyurdum ve o arada gelip beni almalarının iyi olacağını hatırladılar... İyi ki o telaşla ön koltuğun cebine sıkıştırdığım Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın'ı otobüste unutmadım...
   Bir süre sonra Sahaflar Birliği Başkanı Emin Nedret İşli ile bir röportaj yaparken konu bu kitaptan açıldı. Kitabı okurken zihnimde beliren, bunun bir benzeri söyleşi kitabını iki Türk aydınıyla yapma düşüncesinden bahsettim. İşli, kitap üzerine söyleşi yapılabileceklerden biriydi bana göre. İşli'nin böyle bir kitap için kendisinin karşısında olması muhtemel kişiye dair söylediği kişi Enis Batur'du. Hiç tereddüt etmeden Enis Batur'un adı çıkmıştı ağzından. Batur ile henüz tanışma fırsatım olmadı. Belki ileride İşli ve Batur gibi Türk kitapseverler ile böyle bir kitap hazırlanabilir..
Enis Batur
Emin Nedret İşli

    Gülün Adı'nı ise Gezegen Sahaf'taki bir mezatta çıktığında kaptırdığım hala aklımdadır. Baya iyi kondisyonlu kitap uygun fiyata başka bir okurun oldu ve mezatta kolay kolay çıkacak cinsten bir kitap değildir.
   Genç bir romancı, Semiyotiğin 'gösterge' ismi Umberto Eco, 84 yaşında hayata veda etti. Vefatını haber aldıktan sonra aklıma gelenleri sıralamak istedim.

                                                                                 20 Şubat 2016, Kazan / Tataristan / Rusya



16 Şubat 2016 Salı

Sevgili Vedat abi, Allah rahmet eylesin....

Geçen yıl tam da bu günlerde, Vedat Üzgün abimizin vefat haberini almıştım. İşteki son günlerimde ara sıra ortadan kaybolurdu. Nerde, diye sorduğumda birkaç kez hastaneye gitti cevabını almıştım. Birkaç gün sonra işteydi, her zamanki enerjisi yoktu belki ama öyle yıkık da değildi. Hal-hatır sordum, geçmiş olsun deme fırsatım olmuştu. Ben işten ayrılırken o gün kurumda olan herkesle vedalaştım. Onunla vedalaşamadık, yoktu.

Ölüm haberini Kazan'da aldım. 

Hakkında Facebook sayfama şu notu düşmüşüm 1 yıl önce:

"Sevgili Vedat Üzgün vefat etmiş, Allah rahmet eylesin.

Onun masası civarından ayakta durunca adli tıp kurumunun cenaze teslimi yapılan kısmı görülür. İşteki ilk günlerimden biriydi, elini omzuma attı "Gel bak burdan ne görünüyor Ahmet" dedi ve her gün oradan birçok cenaze arabasının yolcu götürdüğünden bahsetti. Tam o anda yeni bir cenazenin çıkışına şahit oluyorduk. "İşte biz de bir gün toprağa gideceğiz Ahmedim." diye ekledi. Bunları da her zamanki tebessümüyle anlatmış, ve sonra işine dönmüştü. Herhalde Eylül 2012'ydi... Vefat haberini duyunca ilk bu geldi aklıma...

Kimisi ona Vedat Dede diye de hitap ederdi ama ben ruhunun gençliğine ve dinçliğine yakıştıramazdım. Maillere anında dönen, bilgisayarla ilgili sorunları danıştığımız dede mi olurmuş hiç, diye geçirirdim içimden.

Bakmayın soyadına, ofiste bir yıl boyunca bu güleryüzlü insanın çaprazında oturdum. Bazen izin günümü daimi olarak değiştirip pazar günü mü çalışsam derdim. Pazar günü sevimsiz gelirdi çalışmak için, "Vedat abi bile işte değil, olmaz ki öyle." diye düşünürdüm.

Güleryüzüyle, esprileriyle, iyi niyetiyle ve mesele her ne olursa olsun elinden geldiği kadar yardımcı olmasıyla hatırlanacak ilkin herhalde... Onca işi hallederken kimsenin onurunu kırmamaya özen gösterir, bunlar benim çocuğum yaşında diye saygı noktasına riayeti ihmal etmez, yüzünü ekşitmezdi.

Kabre isteyebileceğinden de güzel, olabilecek en hazır şekilde girer, akibetlerin en hayırlısı nasip olur inşallah..."


Sevgili Vedat abi, o güler yüzün aklımda kalmaya devam edecek. Sen, iyi ve özlenen birisin.