9 Kasım 2015 Pazartesi

Kazan'da Kasım (Kazan İzlenimleri 4)

Kar boyunu şimdilik elle verdim
birkeş haftaya kendi boyumla
vermek zorunda kalacağım :)

"Bazen ruhun çizilir / Ekim'den çıkamazsın." der Yüksek Sadakat, Fener adlı şarkısında. Birkaç Ekim'dir ne zaman Ekim ayında canım sıkılsa aklıma gelir durur. Bu ekim pek güzel başlamıştı, fena da devam etmedi ama arada canımın sıkıldığı da oldu. Yine de zaman pek hızlı geçti ve birden Kasım'ın içinde buldum kendimi. 

***

Ve kar geldi...
Kazan'da karlı fakat rüzgarsız (mümkünse güneşli -20) gibi havalar harikadır. Kar birikmeye başlayınca bir tanıdık görmüş gibi sevinmem bundan olabilir. 
Bu mevsim, uyku düzensizliğine meyyal bünyeler için bu şehrin ikliminde tam bir tuzaktır aslında. Biraz da hastalanacak olursanız, günün hangi saati uyunur hangi saati uyanık kalınır umursamak istemez insan. Geçen yıl da benzeri olmuş, burnumdaki kaslar omurilik soğanından bağımsız çalışmaya başlamış; baş ağrıları ve halsizlik tüm bedenime yayılmıştı. Böyle durumlarda memleketi daha çok özlüyorsunuz.

   Biraz geç uyanmak ya da öğle vakit iki saat kestirmek insana ne kadar umutsuzluk verebilir bunları keşfetme imkanınız oluyor. Yazları batar batmaz doğmaya sizi alıştıran güneş, bu mevsimde kış saatine hızlı bir geçiş planı yaptığından saat 16 sularında, karanlık günü ıslatmaya başlıyor. Birden gece oluyor. Tüm günü kaçırıveriyorsunuz. Ve günün en uyunacak zamanlarında uykunuzun kaçmasına sebep olabiliyor bu. Bunun hayatımda en çok yaşandığı dönem Kasım ayı...
   
***

Dün akşam kar yağdığını da görünce, hem biraz yorulalım hem de biraz üşüyelim ki uyku zamanı uykumuz gelsin fikriyle dışarı çıktık biraz. 24 Çasa'larda (24 saat açık marketler) meyve aradım.
Kartopu yapıp attım. Kara bastım iz oldu, o saatte güzellerdeki nazı ise test etme imkanımız olmadı. Çok da üzerinde durmadık.

Kasımpatı çiçeği
***

Çocukluğumuzda sadece TRT izlemiyorduk 90 kuşağı gibi, özel kanallar da kurulmuştu tabi ama hepi topu 18-20 kanal... Bunlar arasında mizah ürünleri belliydi ve bunlardan biri de Bir Demet Tiyatro'ydu. Şükriye'nin evde kalmış keskin zekası o dönemin çocuklarında iğnelemenin cazibesini keşfetme sebebidir. Neyse, Kazan derken çocukluğumun içine düştüm yine. Ekim'de patan bir kasımpatı hikayesi vardı bir bölümde. Muhabbet o...

***

Kar birikti. Belki de bahara kadar kalkmayacağı günler başladı. Hadi hayırlısı...

24 Ekim 2015 Cumartesi

Küçük insan, kısıtlı imkân, uzun bekleyişler (Kazan İzlenimleri 2)



   Rusya bana acemi kapitalist bir dev gibi görünmüştü. Neyi kastetmeye çalışıyordum bununla? Amerikan kültürünün dünyaya yayılmışlığı hemen göze çarpıyordu. McDonalds’lar görüyordum, insanların havaalanında üç dilim portakal sıkıp yüz rubleden verdiklerine, artık dünyanın her şehrinde tanıdık hale gelen prototip AVM’lere gittiklerine şahit oluyordum.
    Türkiye’de senelerce yabancı kolejleri ve yabancı dilli okulları tu kaka edip de çocuğunu oraya yazdıran tipler vardır mesela. Rusya da yıllarca ABD’nin karşısında bir kutup gibi durduktan sonra, tıpkı II. Dünya Savaşı sonrası Japonya gibi kapitalizmin ülkeye yayılmasından geri duramamış anlaşılan. Buna rağmen –eski demir perde ülkelerinde yaşayan dostlarımın da teyit ettiği üzere- sosyalist uygulamaların davranışlar üzerine sinmiş birçok etkisi bir leit-motiv gibi bu yeni yaşamla (lifestyle) iç içe.
Kazan'da bir otobüs şoförü (temsili)
NOT: Fotoğraf aslında Minsk'ten  Yelena adlı bir şoföre ait
fakat Kazan'ın şoförlerini hakkında bir fikir oluşturur.
   Büyük resim analizini boyumdan büyük laflara girmeden burada bıraksam iyi olacak. Gördüğüm ‘insan’ üzerinden gitmek daha sağlıklı.
   Küçük insanların, yani aristokrat, zengin, kral vs çocuğu olmayan geniş kitleye mensup bireylerin görünümünde ülke değişikliğine rağmen çok az şey farkettiği düşüncesine varır gibi oluyorum. İstanbul ya da İzmir’de bir marketler zincirinde (artık süperlik oranı tartışılır) çalışan insanların yüzleri ve halleri ile Rusya’dakilerin hal dili aynı şeyleri anlatıyor örneğin. Bekçi, kasiyer, memur gibi genelde salt geçim sıkıntısından başlanmış; çok az orijinal ya da sersem insanın hayal etmesinin dahi istisna olacağı meslekleri yapanlar keza…
   Mesela burada Tatar asıllı bir memurla tanıştım. Türkiye Türkçesini biraz üzerine düşerek, biraz da bolca Türk dizisi izleyerek verimli öğrenebilmiş birisi. Hukuk fakültesi mezunu, fakat devletin verdiği düşük faizli ev alabilme hakkından yararlanabilmek için cüz’i maaşına rağmen sekreterlik gibi bir vazifeye tahammül ediyor. Birkaç yılını doldurup hakkını aldığında avukatlığa dönmeyi düşünüyor. Kısa bir dönem yaptığı avukatlıkta baktığı altı davayı da kazandığını anlatıyor, ‘kafam basıyor’ diyecek kadar akıcı Türkçe’siyle.
   Tabii,  “Masraf edip Moskova’ya gitmeye gerek yok. Ben gittim, aynı, binalar vardı.” diyen Türk bir öğrenci gibi, 'her şey aynı' noktasına varmaya da çalışmıyorum. Kısaca bazı farklardan başlayayım.
   Kadının iş hayatındaki yeri bize göre hayli fazla. Otobüs şoförlüğü, kondüktörlük gibi genelde erkeklerle özdeşleşebilecek meslekler de dâhil buna.
Kaban Gölü''nde sıcak mevsimde sular dans ederken
kış geldiğinde orada bir amca oturup balık tutuyor olacak

   Bizdekinin aksine anaerkil bir toplum. Erkek çocuk doğduğunda canlı canlı gömmüyorlar fakat, kız olduğunda hayli seviniyorlarmış. Türkiye’de gelin-kaynana fıkraları yaygınken burada kaynananın damat üzerindeki etkisinden çıkan mizahın ürünleri oldukça baskınmış. Çocukların nereli olduklarını tanımlarken annelerinin memleketini tercih ettiğini de ekleyelim buna.
   Konudan konuya atlamak gibi oluyor ama, bunu anlatmalı. Kazanka yılın belli bir dönemini buzla kaplı olarak geçiriyor. Şehrin balıkçılık tutkunları da buzda bir delik açıp oltalarını suya salıyorlar. Kazan’ın en büyük ve önemli Tatarca tiyatrosu olan Galiaskar Kamal Tiyatrosu’nun hemen yanında balık tutmaya çalışan muhtemelen emekli dayıları izliyordum bir seferinde. Bir babuşka (nine) takribi üç yaşlarındaki torununu gezdiriyordu. Kar taneleri tatlı tatlı atıştırıyor, hava yumuşuyor yenice tutan kar yürüdükçe tatlı bir hışırtı çıkarıyordu. Babuşka, torununu beton sundurmanın kenarına kadar getirdi. Biraz kucaklayıp çıkıntısı üzerinden balıkçıları izlemesine yardım etti. Balık tutan amca da çocuğu görünce az önce tuttuğu ve buzun üzerine bıraktığı irice balığı kuyruğundan tutup çocuğa gösterdi, şirinlikler yaptı.
Galiasar Kamal Tiyatrosu, Kazan'ın
en önemli ve büyük Tatarca tiyatro salou

   Biraz ileride buz kütlesinin köşesinde sıvı tutmayı başardıkları bir kısımda yüzen yeşil başlı gövel ördeklere ekmek kırığı atan bir amca belirdi. Her yaşlı gibi sertleşmiş yüzü, soğuktan kızarmış burnu, kırıntıları atarken titreyen elleri… Sait Faik’in balıklı hikâyelerine uygun bir sahne gibiydi…
   Demek istediğim ninesinin gezdirdiği ufaklığa şirinlik yapan dayılar, kırıntı yiyebilecek her kanatlının imdadına yılların sertleştirdiği teniyle yetişen pîr-i fâniler hiçbir kültüre özgü değil. Kısıtlı imkânlarla kendi küçük ya da büyük hikâyelerini yaşayanlar, insanın ve duygularının ayniyet ya da benzerliğine daha çok ikna ediyor insanı…



31 Aralık 2014, Kazan

18 Ekim 2015 Pazar

Kazan şahsında, acemi kapitalist bir dev (Kazan İzlenimleri- 1)



   Maksim Gorki, Benim Üniversitelerim adlı otobiyografik romanına Kazan’da bir üniversite öğrencisi olacağına sevinen bir başlangıcı uygun görmüştür. Yaşadığı şehirden ayrılıp, büyükannesini belki de son kez görerek üniversite okumak için Kazan’a gelir. Ancak hayat şartları onu okuldan ayıracak, belki de ‘hayat okulu’ geyiğinin literatürdeki dayanağını oluşturacak bir tanımlamayla isimlendireceği romanındaki hatıralarını tarihselleştiren günler başlayacaktır.
  Gorki’den yaklaşık bir asır sonra ben de bu şehre içinde eğitimin yer aldığı planlarla gelmiştim. Kazan, ne kadar Tataristan Özerk bölgesinin başkenti ve Tatar şehri olsa da, Rusya’nın tüm özerk bölgelerinde olduğu gibi bir Rus şehri.
   Ve şehre indiğimde aklıma gelen ilk şey Aldoux Huxley’in Orwell karşısında kazandığı zafer oldu. Bu iki distopya yazarının da çok yerinde tespitleri vardı, Orwell’ın da doğrulanmış birçok öngörüsü örneklendirilebilir. Fakat Soğuk Savaş’ın öteki yüzü koskoca Rusya’ya indiğinizde acemi kapitalist bir ülke buluyorsanız, Huxley haklı çıkmış demektir.

   Kazan, Rusya’nın en cazip üçüncü kenti olarak Moskova ve Petersburg’un ardındaki yerini alıyor. Rusya Mühendisler Birliği’nin 2013 yılında 165 şehirde 13 ayrı endeksi temel alarak yaptığı araştırma, 70’ten fazla göstergeye göre yorumlandı. Kazan böylece “Rusya’nın üçüncü başkenti” unvanını bir kez daha perçinlemiş oldu.
   Bu güzel şehir, kaba bir benzetmeyle Türkiye’de öğrenci şehri olarak adlandırılan Eskişehir gibi denebilir. Bu iki şehrin tiyatrolara verdiği değer ve salonları doldurmaları açısından benzerliği de var. Zaten Kazan, 2014 Türk Dünyası Kültür Başkentliğini Eskişehir’den devralmıştı.
Huxley & Orwell
(bu kadar gülünecek ne vardı?:)

   Türklerin İdil, Rusların Volga dediği nehrin bir kolu üzerine yaklaşık bin yıl önce kurulmuş Kazan. Şehrin yanında uzanan bu güzel akarsuyun adı Kazanka. Gorki bu şehirde geçirdiği dönemde, geceleri suyun sesini dinlemeye gittiğinden de bahseder. Acaba suyu Kazanka’da mı dinliyordu yoksa yanında çalıştığı Ukraynalı denen adamla gittikleri köylerde Volga’nın ana gövdesine mi kulak kesiliyordu? Bunu bilmiyorum ama Kazan’ın İdil üzerine kurulması, Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” komutunda Ege’yi kastetmesine benzer bir imge içerir.
İdil'in kollarından Kazanka'nın (bir diğer adıyla Kazansu)
hemen yanına kurulmuş Kazan Kremlin'i.
Fotoğraf: Ahmet Balcı, Mayıs 2015

   Adını Bolşevik devrimci Nikolay Bauman’dan alan Bauman Caddesi, İstanbul’dan gelenler için aşina bir yüz, herkes için güzel bir nefes alma imkânı. Bir nevi Kazan’ın İstiklal’i. Bir ucu Kul Şerif Camii ve Kazan Kalesi ile Tataristan Cumhuriyeti Başkan’ının konutunu da barındıran Kremil’e çıkan Bauman’ın diğer ucu şehrin kalbine gidiyor. İki yanınızda zevkli mimarileriyle binaları seyran edebileceğiniz estetik bir cadde.
   Zaten Kazan’da bina estetiği şehir merkezine hapsedilmiş, başka semtlere sıçramasına önlem alınmış gibi. İnsanlar genellikle rüzgârı kesmek için dikdörtgen şeklinde konumlanmış enlemesine uzun dört binanın çevirdiği, ortasında çocuk parkı, market, anaokulu gibi küçük binaların yer aldığı tekdüze sitelerde yaşıyor.
   Peki milyonlarca yürek tek bir soru, Rus kızları güzel mi? Rusya’ya gittiyseniz, tüm eş dost akrabanın ortak sorusu bu oluyor. Herkes kendi üslubuna göre efsanenin gerçek olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor. Cevap vermeden önce Kadir İnanır’ın kendini atom fiziğine adamış bir akademisyeni oynadığı filminde geçen meşhur cümleyi anmak istiyorum. Bir zenginin hoppa kızı ve arkadaşları tarafından hor görülmesine içerleyip bilim adamlığını bırakmaya karar veren Ali’ye yardımcısı şöyle der: “Seni hep ilim, irfan, hesap, kitap… bu işlerle tanıdık. Sen âlim adamsın, başka ne iş bilirsin ki?”.
    Ben de bu sorulara böyle cevap veriyorum. İşte ilim, irfan, hesap, kitap…
    Latife bir yana, Kazan yaşanılası bir şehir.


    Ahmet Balcı, Aralık 2014, Kazan

6 Ekim 2015 Salı

Kazan'da şölenden şair kaçırmaca

Türkiye'den gelen şair ve yazarlardan bazıları, ünlü Tatar
klasik şairi Kul Gali'nin tarihi Bulgar beldesindeki heykeli önünde
Türkçe'nin 11. Uluslararası Şiir Şöleni bu yıl Rusya'da Tataristan'ın Kazan şehrine yapıldı. Yani benim yaşadığım şehirde. İlgili haberler çeşitli mecralarda çıktı, Anadolu Ajansı İstanbul'dan gelen bir muhabirle tüm programı takip etti zaten. Ben kendi gözlemlerimi, edimlerimi paylaşacağım.
   Yurtdışında insan ülkesine dair olan her şeye ayrı bir ilgi duyuyor zaten, ama şiire olan ilgim düşünüldüğünde benim için ayrı bir nasiplilik sözkonusu. Şölenin ilk onundan biri değil de, benim Kazan'da olduğum dönemde on birincinin bu şehirde yapılması güzel oldu. Bazı tanışlıklarım gelişti, bazı yeni dostlarım oldu.
   Türkiye Yazarlar Birliği, 2009 yılında ilk 'İstanbul Edebiyat Festivali'ni düzenlediğinde ben yeni bir üniversite öğrencisiydim. Festivalin açılış gününde İstanbul Şube başkanı A. Ali Ural, gelenleri ayakta karşılıyor tek tek ellerini sıkıyordu. İlk tanışmamız o gün fakat, aradan yıllar geçtikten sonra yine bir Aralık ayında bu kez üniversite son sınıfta iken yine festivaldeki oturumları dinlemeye gittiğimde asıl tanışma bir tevafukla gerçekleşti.
A.Ali Ural, Kazan'da şiirini
okurken. Şölende Abdullah Tukay
büyük ödülüne layık görüldü.
Fotoğraf: Mehmed Arif

   Yanımdaki boş sandalyeye nefes nefese, uzun beyaz saçlarını bağlamış bir adam oturdu. Ali Ural'dan başkası değildi. Muhtemelen Bâbıâlî'nin yokuşlarında yorulmuştu. Elinde poşetler ve çantası da vardı. Biraz nefeslendiğini görünce, Otomobile Binerken Besmele Çeken Kadınlar şiirini beğendiğimi söyledim, hayatın ta içinden bulduğum bu manzarayı şiire soktuğu için teşekkür ettim. Şiirini okumuş birinin yanına oturmaktan duyduğu memnuniyeti gizlememiş, o gün bana yeni çıkan Gizli Buzlanma adlı kitabını da hediye etmişti. Ve Karabatak'ın yeni sayısını bir de. Çantamın küçük olduğunu farkedince üzerinde Karabatak yazan bir poşet de hediye etmişti bana çantasından. Poşeti atmaya kıyamadım. Kazan'a gelmeden önce kitaplarımı memlekete göndermem gerektiğinde çok sevdiğim Kubbealtı Sözlüğü'mü o poşetin içine koydum zarar görmesin diye. Poşet, anısı olan birkaç poşetle birlikte hala köydeki kitaplığımın altındaki dolapta. Annem başka bir şey için kullanmadıysa tabi. Lisede biriktirdiğim Penguen dergilerini bir gün eve geldiğimde katmerlerin altında bulmuştum. Katmerin yarısı boğazımda kalmış, çay genzime kaçmıştı. Gerçi annem o günden beri daha saygılı, kitap dergi ve gazetelerden biriktirdiğimi belirttiklerime dokunmuyor.
   Daha sonra birkaç kez daha karşılaştık Ural ile. Birinde yüksek lisans derslerinden geliyordu, metrobüs durağında karşılaşmıştık. İçimden, 'metrobüse binerken besmele çeken şair geliyor' demiştim. Üçüncü karşılaşmamız ise Kazan'da Kerim Tinçurin sahnesindeki Türkçe'nin 11. Uluslararası Şiir Şöleni'nin açılış programında gerçekleşti. Beni tanıdı, gördüğüne sevindi. Oturum öncesi şiir okurken kendisini çekmem için bana tabletini verdi, sanırım okuyacağı şiiri seçmesinde etkim de oldu. O gün Gizli Buzlanma'dan Naatın Kıyısında şiirini okudu. Çünkü peygamber sevgisi ve naat kültürü Tatarlara da yabancı bir kavram değil. Bu arada Ali Ural'ın üniversiteyi Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde okuduğunu da öğrenmiş oldum. Tukay heykelinin önünde "Kader beni çölün ortasına atmıştı, seni karların arasına koymuş." diye nükte de yaptı. Kazan'ın ilham verici tam bir sanat şehri olduğu görüşünü belirtti. Kazan için yapılan "Tam bir Avrupa şehri" benzetmelerine katıldığını öğrendim, Ural bilhassa Frankfurt'a benzetti.
   Aynı gün Kazan Başkonsolosu sayın Turhan Dilmaç ile de karşılaştık. Hafızası etkileyici. Geçen yıl konuştuğumuz bir konu hakkında yeni bir gelişmeden bahsetti beni görür görmez.
Prof. Dr. Yavuz Akpınar

   O gün, İzmir'deyken tanışmanın nasip olmadığı Prof. Dr. Yavuz Akpınar hoca ile de tanışma fırsatı buldum. Kendisine tez konuları danışmak, Türki diller ile edebiyatları hakkında bilgi ve tavsiyelerinden yararlanmak istiyordum. Daha sonra birkaç kez hoca ile muhabbet etmek fırsatı buldum. Ne yazık ki yeterli olmadı, bir daha nasip olur inşallah...
   Yavuz Hoca önemli Tatar modern yazarlarını Türkçe'ye kazandıran çevirmen Fatih Kutlu'yu sordu, onunla tanışmak istiyordu. Yavuz hocanın uzmanlık alanı olan Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı için öğrencilere okutulabilecek yeni metinler sağlamıştı Kutlu'nun çevirileri. Sonra tanıştılar, ben Ali beyleri gezdirirken Fatih Kutlu da Yavuz hocaya şehri gezdirmiş, Kazan'da kitap alabileceği yerleri göstermiş.
   İkinci gün, öğleden sonra Tataristan Yazarlar Birliği'nde etkinlik devam ediyordu. Şiir atölyelerinde çeşitli bildiriler kaleme alındı ve okundu. Daha sonra A. Ali Ural, Zeynep Arkan, Fatma Şengil Süzer ve Atakan Yavuz ile birlikte küçük bir Kazan gezisine çıktık.
   Bauman Caddesine gitmek için, elli dört numaralı otobüse bindik. Kazan'da biletleri toplayan kondüktörlerin otobüsün içinde dolaşmasından çok önce kondüktör hanımın bana dik dik bakması dikkatlerini çekti misafir şairlerimizin. Benim de iki aylık aradan sonra yeni geldim sayılabilecek şehirde sık kullandığım bir hat olduğundan kondüktör ablamızın gözü beni ısırmış olmalıydı.
Atakan Yavuz, Zeynep Arkan, Fatma Şengil Süzer, A.Ali Ural
ve Yahya Kemal'in şehri Üsküp'ten gelen Mehmed Arif 

   Bauman'da dolaşıldı, fotoğraflar çekildi. Kaltso AVM tarafından girilip Kazan Kremlini'nden çıkıldı. Orada da bol bol fotoğraflar çekildi. Misafirlerimiz hediyelerini aldılar. Ali Ural, "geç bir de sen çekeyim" dedi bana. Genelde insanlar özellikle bir yeri gezerken 'bizi çek, beni çek, bi de beni tek çek' modunda olurlar. Hem insani olarak olgun hem de edebiyat okumalarına sahip birkaç kişiyle beraber bulunmanın hazzı her zaman ayrıdır.
   Bauman Caddesinde yorgunluğumuzu bir kafede kahve içerek attık. Zeynep hanım ile espri anlayışlarımızın çok yakın olduğunu farkettik. E olsun o kadar kuzenlik! Fatma Şengil Süzer annem gibi hayır dualar etti durdu bana, sağolsun. Ali Ural da nükteleri, hoş sohbetiyle ortamın usare oranında bal lehine ağırlık yaptırdı. Atakan bey, hep çocuklarının babası olarak aklımda kalacak sanırım. Bauman'a girer girmez çocuklarına alacaklarını düşünmesi, internet bulduğu ilk yerde çocuklarıyla iletişime geçmesiyle hatırlayacağım onu daha çok. Bana yakın davranışı, herkese karşı iyi niyetli samimi oluşu ve kibar ses tonu ile de tabi.
   Ali Ural, eğer yanımda varsa bir şiir okumamı istedi. Daha önce kendi yazdığım bir şiiri toplum önünde hiç okumamıştım. Fakat ortamın samimiyetine binaen, rica eden kişinin de hatrına (telefondan maillere bakabilme nimetinin de kıyağıyla şüphesiz) bir şiirimi okudum. Mustafa Kutlu'nun Dergâh'ında şiirlerimin yayınlandığını (sadece iki şiirim yayınlandı halbuki) Fatma hanımın hatırlamasına sevindim.
   Aynı kafeye, akşamki oturumdan sonra bir başka grupla daha geldik. Bu sefer TYB Konya şubesinden başkan M. Ali Köseoğlu, Ömer Korkmaz ve Tokat'ta öğretmenlik yapan şair Mustafa Uçurum ile Üsküp'ten Mehmed Arif vardı yanımda. Kafedeki garson hanımın artık beni görünce yüzü gülmeye başladı. Birkaç günde birkaç defa birkaç kişiden fazla bir grupla tükkâna gelince tabi...
 
   En genç şair Yahya Kemal'in memleketinden

Mehmed Arif ile Yahya Kemal'in doğum yeri Üsküp'te
çıkardıkları Köprü dergili selfie
   Etkinliğin en genç şairi Üsküp'ten gelen Mehmed Arif'ti. Yirmi üç yaşındaki şair Üsküp'te çıkan Köprü dergisinin editörlüğünü yapıyor. İktisat üzerine eğitim alan Arif, Türkiye'de yüksek lisans yapmayı düşünüyor. Yalova'da akrabaları bulunduğu için defalarca Türkiye'ye de gelmiş. Frekanslarımız uyuştu. Belki yaşlarımızın yakınlığından. Üsküp'ten bir dostum oldu. Bu arada Mehmed'in soyadı Arif. Babası da "akşam, erken iner mahpushaneye" dizesinin şairi Ahmed Arif ile adaş. Çok sevindiğim bir başka şey ise Üsküp'te Yunus Emre Kültür Merkezi'nde müdür olarak bulunan İstanbul Üniversitesi'nden hocam Doç. Dr. Mehmet Samsakçı'ya selam söyleyebilmek oldu.

   Sakınılan göze batanlar, nazar çıkaranlar

   Kazan'a geldiğim gün benim telefonumun ekranı kırılmıştı, şölen boyunca emanet bir telefon kullandım. Kul Şerif Camii'ni ve Kremil'i gezerken TYB başkanı Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç'ın telefonunun ekranı kırılmış. Programın son günündeki Bulgar gezisinde ise Yavuz Akpınar hocanın telefonu kayboldu. Belki de kim vurduya gitti.

   Son akşamın bereketi

   Şölen bitmişti. Korston Otel'in lobisinde bir daha ne zaman görüşeceği meçhul dostlarla son sohbetlerini ediyordu herkes. Hicabi Kırlangıç hoca ile, TYB İzmir şube başkanı Mahir Adıbeş ile ve daha birçok atılımcı ile son gün birebir tanışıp iletişimleri aldım ben de. Hatta Yavuz Akpınar hoca ile şöyle bir konuşabilmek de son güne nasip oldu. Sıradışı bir öğretmen olan Mustafa Muharrem ile de son gün muhabbet ettik.

 

22 Eylül 2015 Salı

Perle Taşı ve Vefa Lisesinin en tembel öğrencisi

Yazar Metin Savaş, Zağanos Paşa'da
Fotoğraf: Melih Gasgar, Balıkesir
Romancı Metin Savaş, Türk insanının sosyolojisini en iyi anlatan romancılardan biri. Buna dair gözlemlerini yıllarca Zağanos Paşa Camii'nin karşısında işlettiği bakkal dükkanında edindiği bilenlerince biliniyor. Hakkında medyada çıkan haberler de bu yönünü oldukça işledi. Kendisi de bakkallık tecrübesinin sosyal gözlem haznesine yaptığı katkıyı inkar etmiyor. Fakat karakterini, yaşamının gidişatını ve romanlarını etkileyen bambaşka detaylar da var. Bunlardan biri, avizelerde kullanılan perle taşı. Ve bu taş Savaş'ın 'lise terk' oluşunu, İstanbul'daki yaşamını ve Balıkesir'e dönüp bakkal işletmesine kadar her şeyi etkiliyor.

Venedik Tecrübesi

İstanbul'da basın yayın işlerinden geçim sağladığım (basın yayın işlerinde geçim sağlamak bazen bir ironiden ibarettir!) dönemde Metin Savaş bir vesile ile İstanbul'a gelmişti. TYB İstanbul Şubesi'nin kullandığı Kızlarağası hanının yanında oturmuş ve çay içmiştik. Dikkatimi çeken bir şeyden bahsetmiştim; ne kadar iyi romancı, edebiyatçı vs varsa çoğunun hikayesi bir yerlerde yurtdışı tecrübesine uğruyordu. Savaş'a "Siz farklısınız, yurtdışı tecrübesi gibi yabancılaşmayı kolaylaştıran katalizörler olmadan da oluyormuş hissi veriyorsunuz" dediğimde, liseye başlamadan evvel yaklaşık üç ay Venedik'te yaşadığını, yine buraya gidiş yolunda Salzburg (Avusturya) ve Budapeşte gibi önemli şehirleri görme fırsatı bulduğunu bilmiyordum. Venedik tecrübesini Sultanahmet'teki çay sohbetinde öğrenmiş, hatta Zemheri Kuyusu'ndaki İtalya sahnelerinin çoğunun dekorunun bu üç ayda oluştuğunu anlamıştım. Oradaki pansiyon sahibi kadına ilham veren de Savaş'ın yaklaşık üç ay yanında yaşadığı pansiyon sahibi madamdan başkası değildi.
Savaş'ın İtalya'ya dair gözlemlerinin
de yer bulduğu romanı,
2005'te TYB yılın romanı ödülünü almıştı

   Tüm bunları anlamlandırmak için Metin Savaş'ın hikayesine babası Mustafa Savaş'ın tüccar kimliğine ve perle taşı ticaretine göz atmamız gerekiyor.

Türkan Şoray'ın mikrofonu

   Mustafa Savaş, 1950 ve 60'lı yıllarda Balıkesir'de çok tanınan bir isimdir. Çünkü Balıkesir'in ilk radyo tamircisi odur. Nazi Almanya'sından kaçan bir Yahudi'nin yolu Balıkesir'e düşmüştür ve Mustafa beyin ilk gençlik yılları bu kişiden radyo tamirciliği ve elektrikçilik mesleğini öğrenmekle geçer. Yahudi usta, birkaç yıl sonra Balıkesir'den ayrılır. Çırak Mustafa ise artık Balıkesir'de benzer işlerin ilk akla gelen ustası olmuştur. Balıkesir'in halihazırda kullanıma devam eden valilik binası ile Atatürk Stadı da dahil birçok önemli yerin ve ilçelerin elektrik ve hoparlör sistemlerini Mustafa Savaş döşer. Yetmişli yıllarda Türkan Şoray Balıkesir'e gelir, programında küçük bir konser de vardır ancak mikrofon arızasıyla karşı karşıya kalınır. Mikrofon arızası giderilene kadar 'Sultan' da dükkanda beklemeyi tercih eder ve Mustafa Savaş'ın bir kahvesini içer.

   Baba Mustafa Savaş, Balıkesir'de yaşadığı dönemde Zağanos Paşa Camii'nin mütevelli heyeti başkanlığını da yürütmüştür. Dükkanı da oğlu Metin'in yıllarca okumalarını yaptığı bakkalın hemen yanındaki dükkandır. Bu yıllarda Mustafa bey, Metin Savaş'ın deyimiyle tipik bir kapitalist olmak için İstanbul'a gider. Halbuki Balıkesir'in esnafı ve eşrâfı arasında iyi bir yer edinmiştir, öyle ki Vehbi Koç o yıllarda tüpçülük işinin Balıkesir ayağını yürütmesi için Mustafa Savaş'a teklif götürmüştür. Fakat onun aklında büyük şehir vardır.
Türkan Şoray

   Yeğeni yıllarca Paşabahçe'de çalışmıştır Mustafa beyin, artık işi öğrenmiştir. Eyüp'te bir imalathane satın alıp cam ve basit avize taşları üretmeye başlarlar. Bu manada Metin Savaş'ın öğrendiği ilk meslek avizeciliktir. Balıkesir çarşısında birlikte yürürken avize dükkanı gördüğünde çocukluk yıllarında bu işten nasıl zevk aldığından bahsetmişti Metin bey.

Sâmiha Ayverdi'nin komşusu

   Fatih'te Çarşamba semtine yerleşirler. Savaş, buradan yürüme mesafesindeki Beyazıt Sahaflar çarşısına dadanır. Çarşının çarşı olduğu yıllardır, küçük Metin Mustafa beyin cebinden üç beş yürüterek kendi kitaplığını kurmaktadır. İlk hikayelerini daktiloda küçük yeğenleri için yazdığı bu yıllarda komşularından biri yazar Sâmiha Ayverdi'dir. Metin Savaş bu konuda, "Çocukluğum Çarşamba pazarında geçmese yazar mazar olamazdım" diyor. Yazarlığı Balıkesir'de başlasa da temelinin İstanbul'da atıldığını düşünüyor.
Metin Savaş'ın çocukluğunu geçirdiği
 Çarşamba semtindeki komşularından biri
yazar Sâmiha Ayverdi idi...

   Yine bu yıllarda birçok önemli komşuları vardır. Türkiye Gazetesinin kurucusu Enver Ören büyük ablasına, sinemacı ve siyasetçi Berhan Şimşek de küçük ablasına talip olup görücü göndermişlerdir. Enver Ören'in görücü ekibi gelin kızın kahveleri kot pantolonla dağıtmasını uygun bulmadıkları için vazgeçmiştir. Berhan Şimşek ise o dönemde bir kahvehane işlettiği için baba Mustafa Savaş'tan onay alamamıştır.


"Mafya babası değil ki, piyon"

   Cam işi kârlıdır, belli bir maddi refah getirir. Mustafa beyin ortağı olan yeğeni zenginliğin ahlaki boyutunu kaldıramaz, bu da kadınlara ve eğlenceye düşkünlük olarak ortaya çıkar. Mustafa bey bu dönemde cam atölyesinden ceketini alıp çıkar ve tüm ortaklık biter. Haklarının peşine dahi düşmeyecek kadar iletişimi keser. Bu dönem bir maddi sıkıntıyı da beraberinde getirir. İşte bu dönem Mustafa bey geçimini sağlamak için dünyada çok az üretilen fakat deli gibi müşterisi olan perle taşı ticaretinde çalışmaya başlar. Yalnız bir durum vardır, o da perle taşının üretimi ve satışı yasal değildir. Gemilerle rüşvet vererek getirilebilmektedir. Mustafa bey sık sık İtalya'ya gidip gelmeye bu vesileyle başlar.

   Perle, Latince inci anlamına gelir. Kur'an-ı Kerim'de lü'lüü olarak geçen taştır. Avizeler için üretimini yapan firma sayısı o dönem için dünyada sadece iki adettir. Birisi Avusturya'nın Salzburg şehrindeki Zavarovski firmasıdır. Diğeri ise o dönem Çekoslovakya'da üretim yapmaktadır, fakat en ünlüsü Zavarovski'dir. Metin Savaş, bu fabrikayı babasıyla bir kez ziyaret etmiş. Mustafa bey, kaçak yollardan Türkiye'ye getirdiği taşları buradan almaktadır. Üretim formülü gizli tutulmakta ve üretim aşamasındaki işçiler işin tamamını öğrenemeyecek biçimde birbirlerini görmeden çalıştırılmaktadır.
Metin Savaş ve ailesinin hayatını derinden etkileyen Perle Taşı

   Mustafa bey, taşları Avusturya'daki bu fabrikadan alıp İtalya üzerinden getir-götür işlerini yapmaktadır. Bir yönüyle mafyaya dokunan bir iştir ve Metin Savaş'a göre babası kullanılmıştır. Mustafa beyin bu işe girmesinin iki sebebi vardır aslında. Birincisi, iflas ettiği bir dönemde karşısına çıkması yani parasızlık. Diğeri ise işi öğrenmek ve Türkiye'yi perle taşı üretilen üçüncü ülke yapmak.
 
Dünyanın sayılı üreticilerinden olmak isterken... 

   Mustafa Savaş, kaçakçılıktan kazandığı para ile Balıkesir'in İvrindi ilçesinde bir fabrika binası inşa ettirmiştir. Venedik'te yaşayan Ancelo adlı bir cam ustası ile anlaşılmıştır. Ancelo, yıllarca İstanbul'da Paşabahçe için de çalışmıştır. Bu sebeple iyi Türkçe bilmektedir. Metin Savaş'ın da Venedikte en sıkı dostu olmuştur bu yüzden. Ancelo, Venedik'te bakkal işletmektedir çünkü perle hakkında bildikleri yüzünden tehlikeli bulunarak cam fabrikalarında iş bulamamıştır. Romancı Metin'in hikayesi bakkal kavramıyla bir kez de burada kesişmiştir.
   Mustafa bey,  bu dönemde İtalya'dan cam üretim makinaları satın alıp İvrindi'ye ulaştırmaya çalışır. Fakat Edirne'de gümrükten sokamaz. Ankara'ya, bakanlıklara kadar gider, Türkiye'yi önemli bir üretici yapma düşüncesinden bahseder heyecanla. Dönemin önemli bir görevlisi bir kağıda hesap numarasını yazıp Mustafa beye verir. Bir kısmı kendine, bir kısmı gerekli kimselere ödenmek üzere bir rüşvet tarifesi çıkarır. Fakat Mustafa beyin tarifeyi ödeyecek birikimi henüz yoktur. Edirne'de açık havada çürümeye bırakılan makinelerin içeri alınabilmesi için biraz daha kaçakçılık yapması gerektiğine hükmedip, tekrar İtalya'ya gider.
   Metin Savaş, hikayenin burasını anlatırken "Perle taşında Avusturya birinci, Çekoslovakya ikinciyken hem de başka hiç üretici yokken Türkiye üçüncü üretici olacak. Yedirirler mi adama?" diyor. Yedirmişler mi? Yedirmemişler.
   Para kazanmak için perle ticaretine devam etmek isteyen Mustafa Savaş, tekrar Venedik'e gider gemiyle. Venedik'in tamamı kanallardan oluşmaz. Karasal kısmında bir otele yerleşir, Salzburg'a gitmek üzere kiraladığı arabayı da otelin garajına park eder. Sabah polis telsizleriyle uyanır. Dün akşam kiraladığı arabanın torpido gözünde eroin bulunmuştur. Uyuşturucu kaçakçılığından yargılanır ve tam on dört yıl boyunca bir daha Türkiye'ye dönemez. Sözkonusu on dört yıl İtalya'nın çeşitli şehirlerindeki hapishanelerde geçer. Yasa gereği iki üç yılda bir farklı şehre naklolmaktadır mahkumlar çünkü.
    Bu dönemde Metin Savaş, mahkum değişimine dair bir kanun olduğundan haberdar olur ve Ankara üzerinden gerekli başvuruları yaparak babasının Türkiye'deki hapishanelere nakil edilmesini sağlamaya çalışır. Fakat, İstanbul'da yatan İtalyan mahkum ülkesine gitmeyi reddeder. Çünkü İtalyan hapishaneleri çok daha bakımsız ve kötüdür. Mahkumun İtalyan hapishanelerinde bulunmak istememesi için başka sebepleri olma ihtimali de yüksektir ayrıca.
   On dört yılın ardından, Mustafa Savaş'ın Türkiye'de yargılanmasının önü açılır. Yaklaşık bir yıl da İstanbul'da cezaevinde kalıp yargılanır. Suçsuz bulunup aklanarak serbest bırakılır. Serbest kalmıştır ama on beş yıl geçmiştir. Cam makinaları çürümüş, baronlar dinamik bir işadamı adayını İtalyan hapishanelerinde hayata küstürmüştür.

Yüz yıllık Vefa Lisesi'nin en tembel öğrencisi

   Metin ise zaten pek içine kapanık İtalya'da dahi açılamamış bir çocuk olarak Vefa Lisesi'nde okurken başlarına gelen bu durumdan dolayı derslere hiç konsantre olamaz. Okula tasdiknamesini almaya gider. Edebiyat dahil tüm dersleri sıfır ya da birdir. Müdür yardımcısı tebrik ettiğini söyler Savaş'a, "Yüz yıllık Vefa Lisesi'nin en tembel öğrencisi seçtim seni Metin." der belgeyi imzalarken. Metin Savaş ile, ünlü romanı Zemheri Kuyusu'na ilham veren kuyunun başındaki çay bahçesinde Sağanos Paşa camisine bakarak çay sigara yaparken gülerek anlatıyor bu anısını. "Vefa Lisesi için büyük reklam,  en tembel öğrencisi bile yazar oldu. Bence kullanmalılar bunu." diye espri yapıyor.
Metin Savaş'ın bakkal dükkanı, emekli olduktan sonra çay
bahçesi oldu. Şimdilerde orada akşamları edebiyat profesörleri
ve yazarlarla muhabbet ediyor. Ben de bir ziyaretimde
bu sohbetlerden birine denk geldim. Soldan Sağa:
 Prof. Ali Duymaz, Bayşad Başkanı yazar Mustafa Kuvancı,
Prof. Salim Çonoğlu, Prof. Mustafa Özsarı, ben ve Metin Savaş

   Okuldan ayrıldıktan sonra, bir süre Sultanahmet tarafında bir otelde çalışır. Daha sonra Balıkesir'e dönerek Mustafa beyin radyoculuk yaptığı dükkanın yanında amcasıyla birlikte bakkal işletmeye başlar. Babası, uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir suçlamayla İtalya'larda yargılandığı için ve ağzı torba olmayıp büzülemeyen insanlara 'perle taşı, perle!' demek faydasız olacağı için Savaş biraz daha içine kapanır. Ekmek, sigara, gazete satar; kitap okur, okur, okur... Ve bir gün bir hikaye yazar. Romancılık kısmı ondan sonra devam eder...
   Bir sohbetimizde, "İyi bir bakkal, müşterinin evine gider. Çok eve ekmek götürdüm, çok evin kızı eşortmanlarıyla ekmek almaya gelmiştir. Bu güvendir." demişti Metin Savaş. Onu bakkalda roman okumaları yapmaya götüren süreç perle taşıyla başladı. Emekliliğiyle bitti.
   Savaş'ın bana anlattığı başka detaylar da var. Ancak bunları kendisi yazmak istiyor. Kısa bir kitap hazırlayıp, ölümünden sonra yayınlanmak üzere yayınevine teslim etme niyeti var.  Ben de tüm bunları, aslında benim için bir anda gelişip sürpriz olan bir Balıkesir ziyaretimde evinde kaldığım akşam öğrendim. Geç vakit eve girdiğimizde tam bir Anadolu teyzesi olan annesi Hatice hanım açmıştı kapıyı. Daha sonra pijamalarını giymiş uyumaya hazırlanan saçı sakalı ağarmış Mustafa beyi gördüm, ipini boynuna astığı yakın gözlüğüyle elinde birtakım kağıtlara bakıyordu. Komşularından bir genç vardı yanında. Biz girerken onu uğurladılar. Kısa bir hal hatırdan sonra ihtiyarlar dinlenmeye çekildi. Kısa bir hoş geldin ve hal hatır sormaca dışında konuşamadık.
   Tabi, Mustafa bey on dört yıllık İtalya döneminden bahsetmeyi hiç sevmiyormuş. Bu manada onu rahatsız etmemiş de olduk. Bakalım perle taşının kelebek etkisi daha kaç romanı tetikleyecek...

14 Eylül 2015 Pazartesi

Metin Savaş'ın Kitaplığı

  Ellili yaşlarında genç bir adam, küçük odasına sığdıramadığı kitapları ve onunla sohbet etme fırsatı bulan ben. Romancı Metin Savaş'tan bahsediyorum. En son, İstanbul'da Karnaval Üçlemesi projesinin birinci romanı Baykuşlar Geceleyin Öter'i yayınladı. Mihail Bahtin'in edebiyatta karnaval kuramlarından ve Paul Auster'in New York Üçlemesinden esinlenme olduğunu gizlemiyor. Ayrıca bu romanda sosyoloji ve psikoloji okumalarının üzerine eklediği felsefe okumalarının da etkisi görülebilecek. Romanı okuyan öğretim üyesi bir dostu "Metin, felsefe okumaya başlamışsın anlaşılan." demiş hatta.
   Romancıyı tanımak isterseniz yazının sonunda medyadan birkaç haber linki vereceğim, hakkında internette bilgi de çok. Ben, kendisini Balıkesir'de ziyaret edişimden, misafirperverliğinden, okumalarını yansıtan kitaplığından bahsetmek istiyorum biraz. Biraz da hayat hikayesinde belki daha önce yazına pek aktarılmamış detaylara gireceğiz.
Metin Savaş'ın yazar olma sebebi olarak tanımladığı kitap.
   Öncelikle, "Eğer iyi bir yazar olduysam sebebi bu kitaptır." dediği kitaptan başlayalım. Prof. Osman Turan'ın 'Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi' isimli tarih kitabı ilk kez lise birinci sınıfta eline almış ve çeşitli zamanlarda üç kez baştan sona okumuş. Ona göre bu düz bir tarih kitabı değil edebiyat kitabı olarak da okunabilir. Osman Turan'ın bu üslupla çok iyi bir romancı olabileceğini de düşünüyor Savaş. Yakın dostlarınca etimolojiye düşkünlüğüyle de bilinen Savaş, bu kitaptan yaklaşık yüz elli kelimelik bir 'Türkiye Selçukluları Terimleri Sözlüğü' bile hazırlamış. 
   Bu kadar kitabı görünce Savaş ile Kebikeç üzerine bir muhabbet de açıldı. Kebikeç, Süryani mitolojisi çıkışlı, kitapları muzır haşerattan koruyan meleğin adı. Ben, Beyoğlu Sahaf Festivalinin Gezi Parkı'nda yapıldığı dönemde gördüğüm Süryanice bir Kebikeç Duası kitabından bahsettim. O da Kebikeç'e dair bir gazete kupürü çıkardı. 
   Metin Savaş'ın kitaplığında özel bir Tanpınar bölümü var. Ve bu bölümde, benim ilk kez haberdar olup gördüğüm Tanpınar'ın İki Ateş Arasında kitabı var. Metin abi bu senaryo kitabı için "Salim Hoca (Balıkesir Üni. Edebiyat Profesörü) bilse beni öldürür gene alır" diye espri yapıyor. İnşallah biz de bir cinayete sebep olmayız...  Sahnenin Dışındakiler romanının bizzat Tanpınar eliyle senaryolaştırılmış hali olan bu eser 1998'de İyi Şeyler Yayıncılık tarafından basılmış. Genel yayın yönetmeni meşhur şair ve çevirmen Cevat Çapan olan kitabın grafik tasarımı Tibet Sanlıman ve Karin Özdemircioğlu tarafından yapılmış. 

   Tanpınar'ın sol ve seküler camiada daha çok tanınmasına neden olan fakat yayınevleri arasındaki problemler nedeniyle artık basılmayan YKY baskıları var. Bunların eleştirel baskı olması ve tefrikalar ile kitap baskısının farklarını vermesi çok önemliydi. Gerçi bugün Dergah da benzer bir hassasiyet göstererek yayınlıyor fakat kitap alıcısı bilir ki YKY baskıları az bulunur ve önemlidir.



Metin Savaş'ta eksik olup bana sünnetimde
hediye gelen Cesur Çocuklar kitabı.
Koru onu Yâ Kebikeç!
   Metin Savaş'ın odasında sadece bir yazarın resmi var, o da Peyami Safa. Edebi amaçlarından biri Peyami'yi aşmak olan romancının Safa ve Safa'ya dair kitaplardan oluşan bölümüne göz atarken bir kitabın eksik olduğunu görüyorum. Bende var ve onda yok; bana sünnet düğünümde hediye gelen tek kitap olan Peyami Safa'nın Cesur Çocuklar adlı hikaye kitabı. Bu bilgiyi paylaştığımda cinayet kurgulu romanlar yazan Savaş'ın yine "İşte bir cinayet sebebi" esprisiyle karşılaştım, "İstersen kitabı göstereyim, aman beni öldürme!" diye karşılık verdim. "Güle güle oku Ahmet, Bülent Gül" imzalı bu kitabın kıymetini ne kadar bildim bilemem. İçinde, annesinin mezarından ses gelen bir kız olduğu için bir süre korkunç hikayelerden kaçma amaçlı uzak durduğumu hatırlıyorum. Daha sonra o kadar da korkmamış olacağım ki okumaya başladım. Bir kış günü sobanın yanında uzanmış okurken annemin getirdiği bir bardak sıcak Filiskin çayına ablamın ayağı çarpmış ve kitabın sayfasına yayılmıştı. Sobada kurutmuştuk, neyse ki pek zarar görmedi.
Metin Savaş'ın odasında bulunan
tek yazar fotoğrafı Peyami Safa'nınki...
   

   2005 yılında Zemheri Kuyusu romanıyla TYB'den yılın romanı ödülünü aldığında, İstanbul Kızlarağası Medresesi'ndeki törende kendisini Peyami Safa'ya benzetenler olduğundan bahsediyor. Hatta onu ikinci Peyami olarak adlandıranlar olmuş. Gurur duymuş.
   Ona, birkaç bölümünü yazdığım fakat planı üzerinde tam karar vermediğim bir çalışmamdan bahsediyorum. İsmini, "Nispeten Büyük Bir Şehirde Küçük Bir Modernleşme Hikayesi" olarak belirlediğim bu anlatının ismini beğendi. Muhabbet buradan İtalo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'suna kadar geldi tabi.
   Metin Savaş'ta Sinekli Bakkal'ın iki farklı baskısı var. Biri 1962'de basılmış, eksik sayfaları da olan bir cildi. Biri yeni. İçinde kitap hakkında yabancı basında da çıkan değerlendirme cümleleri var.
Savaş'ın kitaplığından,
1962 basımı Sinekli Bakkal'ın ikinci sayfası
   Bu sırada Savaş, Sebilürreşad dergisinin 25-50. sayılarının olduğu bir cildi çıkarıyor. Balıkesir'li Savaş'ın ailesinin Malatya Dârende asıllı olduğunu bu cildin hikayesiyle öğreniyoruz. Çünkü bu ve birkaç eski ilmihal kitabı dede Mehmet Darende'nin kitaplığından miras kalmış. Abdülhamid döneminde Balıkesir'e gelip Karakeçi'li dört kızla evlenen dört erkek kardeşten Molla İbrahim'in oğlu Mehmet Darende İvrindi ilçesinde müezzinlik yaptığı dönem edinmiştir kitapların bir kısmını. Kendisi ayrıca Demokrat Parti'nin ilçe teşkilatını da kurmuştur. Onun babası Molla İbrahim de Kuvayı Milliye hareketinin kurucuları arasında ve Savaş'ın Kuvayı Milliyenin Hazinesi romanında esinlendiği kişi. Yeşil Çeşme romanına ilham olan gerçek hikaye ise Mehmet Darende'nin oğlu olan Ali dayısı; hani şu Polika adlı genç kıza aşık olan küçük çocuk...
Metin Savaş'ın sünnetinden bir kare, dedesi ve ninesi ile beraber

   Kitaplığında çok eski bir Elmalılı meali, 1953 New York basımı ingilizce bir Kur'an, bir Redhouse Lügati, 1950 basımı 5 Nisan (19)52 diye tarih ve atılmış, kapağında Münih Fehim çizimi bir Mehmet Akif portresi olan bir Safahat, 45 basımı  (Mersin Ticaret Lisesi, 2.sınıf 133 nolu öğrenci tarafından 49 eğitim yılında imzalanmış, 52'de Beyazıt'ta ciltlendiği kaydedilmiş) bir Türkçe Lügat ve Abdülbaki Gölpınarlı'nın belki ilk baskı 'Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetname' çalışması ile Mevlana Hz.'nden Divan-ı Kebir ve Güldeste kitapları... Bunların hepsi hakkın rahmetine kavuşmuş bir pilottan intikal etmiş Savaş'ın kitaplığına. Cumhuriyet tarihinin ilk pilotlarından Celal Yılmaz ve eşinin çocuğu olmaz. Onlarla yaşlılığında komşuları ilgilenir. Akrabalarından hayır görmeyen pilot ve Büyükada doğumlu İstanbul hanımefendisi eşinin en büyük destekçisi, Metin Savaş'ın dayısıdır. 

   Hak vaki olduğunda anlaşılır ki, emekli pilot ve eşi malvarlığını akrabaları yerine bu emektar komşuya bırakmıştır. Bir gün dayısı Savaş'ı arar: "Metin, şu kitaplardan işine yarayan varsa gel al."
   Metin Savaş'ın kitaplığında bir de emekli imam hatip öğretmeni İsmail Çakırhan'dan intikal edenler var. Savaş, Türk Ocakları Balıkesir Şubesi'nin yönetim kurulunda yer alırken vefat eden Çakırhan'ın on bin kitabı bulan arşivini şubeye aktarmak için uğraşır. Bir kısmı dağılmıştır fakat bin beş yüz kitap arşive aktarılır. Birkaç kitabı kendisine alması için de izin verilmiştir tabi...
Metin Savaş, Sibel-Nurettin Rodoplu ve Ahmet Balcı
Tivoli'de, Fotoğraf: Uğur Efe

    Savaş, kitap alışverişinin çoğunu Balıkesir'in ünlü kitapçısı Tivoli'den yapıyor. Kitabevini Nurettin Rodoplu ve eşi Sibel hanım işletiyor. Balıkesir'in az buçuk okuyan bir şehir olduğunu böyle üç katlı bir kitapçıyı ayakta tutabilmesinden anlıyorsunuz. Nurettin bey Rodop'ta doğmuş ve ilkokul eğitimini orada aldıktan sonra ailesiyle Balıkesir'e göçmüş. Dükkanın ismi ise Danimarka'daki ünlü Tivoli bahçelerinden geliyor. Eski ortakları bu ismi önermiş, bir süre birlikte çalışmışlar sonra da değiştirmemişler.
   Balıkesir'in diğer kitapçılarını da gezdik Metin Savaş'la, hepsi de girer girmez onu tanıyor, hemen çay söylüyorlar. Balıkesir'in tek sahafı Sahaf Turgut'un dükkanından da önemli eserler bulmuş. Mesela şimdilerde yayıncılığa devam etmeyen bileninin önemini bildiği felsefe, sosyoloji, psikoloji, kuramsal edebiyat gibi alanlarda önemli kitaplar basan Payel yayıncılıktan bazı kitapları Sahaf Turgut'un ucuz kitapları arasında bulmuş Metin Savaş. Yine Metin Savaş'ın Yeşil Çeşme'sinin ilk baskısını(!), üniversite hocalarının akademik yayınlarını bulabileceğiniz Serüven Kitabevi ve Halil beyin Alem (Âlem değil) Kitabevi'ni gezdik. 
   Savaş'ın kitaplığında yakın zamanda yüz yaşını kutlayarak dalya diyen (bu medya klişesini kullanmak istedim) Halil İnalcık'ın eserleri de hayli yer tutuyor.Yazıya, Savaş'ın tavsiye ettiği birkaç kitabı da ekleyelim. Robert Fulford'dan Anlatının Gücü, Will Durant'tan Medeniyetin Temelleri, Henri Bergson'dan Metafizik Dersleri, Tolgay Arslan'ın Sibernetik Yaratıcılık'ı. Yine Savaş'ın büyük bir Dostoyevski hayranı olduğunu söylemeye gerek yok. Kendisinin de en beğendiği kurgusu olan Melengicin Gölgesinde, Dosto'nun ünlü Cinler'inden derin izler barındırır.
   Savaş üzerine, onun romancı oluşunu tetikleyen başka olaylar ve ailesine dair bilgiler barındıran bir yazı daha yazacağım kısmet olursa. Şimdilik sanırım bu kadar. Hakkında ulusal basında çıkmış birkaç haberin linki: 
http://www.sabah.com.tr/cumartesi/2013/02/23/turkiyede-seytan-giderek-gucleniyor
http://www.zaman.com.tr/kultur_bakkal-dukkanindan-yedi-roman-cikardi_2229597.html

7 Eylül 2015 Pazartesi

Edebiyatımızdan kestiğim romanlar sözlüğü, Kerim Pireli


Duydum ki Selim İleri kardeşimiz benim kitap projemden esinlenerek biraz da erken davranarak ‘Türk Edebiyatında Sevdiğim Romanlar Sözlüğü’ kitabını çıkarmış. Hem de kitabın başında bir teşekkür falan de etmemiş. Bir daha ilk cildi basmak için dördüncü cildin bitmesini beklememek lazımmış, öğrendim. Hem benim kitaplarım daha kalın bi kere. Neyse Selimciğim, bu sefer affediyorum. Bi ara gel, çayımı iç. Ben de okuyucularımla kitaptan birkaç bölüm paylaşayım.


T. D. Salincir, Çavdar Tarlasında Çocuklar: İç Anadolu’nun çorak bir köyü olan Salincir kasabasında doğan yazarımız, soyadını da köyünden almıştır. Çoculuğunda, Salincir köyünde doğan herkes gibi ağır şartlarda çavdar tarlalarında ileşberlik (rençber) yapmıştır. Cumhuriyet dönemi köy romancılığının en önemli eseri sayılan bu romanında Temel Dursun Salincir, gerçekçiliğin köküne kibrit suyu dökmüş; ucuz iş gücünden beslenen sistemin ocağına incir ağacı dikmiştir.
T. D. Salincir, tarlada çalışırken,
cuara içmeye oturduğu bir sırada


Yavuz Hatay, Tutunamayanlar: Modern Türk romanının en önemli örneklerinden biri olan Tutunamayanlar, gerçek bir hadiseye dayanan yaşamın kıyısında elim bir ölüm-kalım hikâyesidir. Baharın geldiği, topunu hamağını alanın pikniğe koştuğu o neşeli günler bir grup genç piknik yapmaya gider. Köfte, löp et, levrek ve tavuk kombininden oluşan bu mangal sefası; güzel bir çoban salatası ile tamamlanmıştır. Gençler iyice doyarlar. Soda falan da kesmez. İçlerinden birisi çekirdek poşetini eline alır ve ‘haydin biraz yürüyelim’ der. Gençler gezinir, biraz da oksijen çarpmıştır tabi. Dik bir yarın yanına gelirler. Bir de ne olsun, altlarındaki toprak kayıverir. Bazıları topraktan çıkan köklere saçaklara tutunur, kurtulur. Ama diğerleri… İşte onlar Tutunamayanlar… 
Derler ki Sömestır Sami, Yavuz Hatay'ın
unutulmaz eseri Tutunamayanlar'dan
esinlenmiştir... 

Selami Kafa, Matmazel Noralya’nın Masaj Koltuğu: Türk bilimkurgu romanının psikolojik gerilimle ilk birleştiği romandır diyebiliriz. Günümüzde her AVM’de ve berberde kolayca rastlayabileceğimiz masaj koltuğu icadı sevgili Selami Kafa’nın bu romanına dayanır. Yaşlandığı için bel ağrıları çeken bir Büyükada sakini olan Matmazel Noralya, günlüklerinde hem oturup dinlenebileceği hem de kendisine masaj yapabilecek bir koltuğun hayalinden bahsetmiştir. Bu hayalini birtakım çizimlerle canlandıracaktır. Ferit adlı bir bilim adamı bu notlara ulaşır ve tıp tarihine geçecek masaj koltuğunu geliştirir. Tabi fikri çalınan Matmazel’in ruhu Ferit’i rahat bırakmaz…
Selami Kafa'nın ünlü eserinde bahsi  geçen
Matmazel Noralya'nın Masaj Koltuğu,
Matmazel Noralya'yı da masaj deneyimi
yaşarken görmektesiniz....


Mehmet Hâdi Kantutar, Huzur: Kantutar bu romanında emeklilik günlerinde Ayvalık, Edremit ya da Çandarlı gibi deniz kenarı yeşil bir yere yerleşip huzuru bulmaya çalışan Mümtaz’ın hikâyesini anlatmaktadır. Fakat, Mümtaz’ın kurnaz tanıdığı Suat tüm kötülükleri yapmak için and içmiştir. Heavy Metal müziğinin elektrogitar riffleri roman boyunca bir ‘leit motive’ gibi romanın arka planında yer almıştır.

Edebiyatçı senarist Kerim Pireli


30.4.2015, Kazan

5 Eylül 2015 Cumartesi

Moskova'da bir teravih

   Kalabalıklığı, kompleks yapısı ve buna rağmen düzeniyle ünlü Moskova metrosunda tam üç aktarma yapmıştık. Yolumuz hâlâ bitmemişti. Aslında Kızıl Meydan'a birkaç istasyon uzakta geceyi geçirebilecek fırsatımız vardı. Fakat bu uzak yerin bizi ağırlamasını sağlayan selamın hatırına yoldaydık. Yol arkadaşımı yıllar önce İran'da bir kez ağırlamış olan Azerî Hacı'nın selamıyla Zekeriya ile Rusça konuşarak anlaşmak, -arkadaşım Rusça bilmediği için- bana düşmüştü. Bize gitmezsek ayıp olur dedirten, Zekeriya'nın bizi misafir etmekten duyacağı memnuniyeti pek de iyi olmayan Rusçasıyla defaatle tekrarlamasıydı biraz da.
   Metro aktarmalarından sonra da yolumuz bitmemişti. Rusların marşutka dediği minibüsle yirmi dakikalık bir yolculuk daha yaptıktan sonra Toki benzeri binaların bulunduğu uzak bir semte gelmiştik. Şerbinka denen bu yerin bir küçük bakkal birkaç meyve sebze dükkanından ibaret yegâne çarşısında indik. Bizi saçları yanlardan hafif açılmış, gözleri neredeyse ağlamaklı, sevgi ve saygı hisleriyle dolu bir genç adam karşıladı.
   Vinç operatörü olduğunu, evli ve bir çocuk babası olduğunu bildiğimiz Zekeriya'nın yanına giderken ev düzeni ve kadın eli değmiş yemeklerle karşılaşacağımız kanısındaydık aslında. Fakat, Zekeriya bizi gittikçe apartmanlardan uzağa inşaat halinde binaların arasına götürüyordu.
   İnşaat telleri ve odunlardan alelacele yapılmış bir köprünün üzerinden de geçerek yan yana dizilmiş vagonlara ulaştık. Zekeriya,  bizi beşlik tellerden yapılmış bir merdivenle çıkılan başka bir vagonun üzerinde bulunan yatakhaneye çıkardığında, iftar yapan ve üçü Türkçe bilen beş Tacik vinç operatörü ile karşılaşmıştık. Zekeriya'nın Tacik olduğunu da o anda öğrendik.
Kaldıkları vagon evde, bize çay ikram ettiler.
Soldan sağa Nazar, Cemşid, Zekeriya, ve Munavar.
Fotoğraf: Fatih Kalkan

   Hemen iftara oturduk. Dar bir odada üç ranza, birkaç masa, tabak ve çanaklar vardı. Bir de böyle bir yerde misafir ağırlamaktan duyduğu mutluluğu saklamayan Tacik müslümanlar...
   Bize burada teravih kılacaklarını söylediklerinde de herhalde ranzalardan birinin arası boş bırakılacak, herkes teker teker kılacak sandık. Türk şirketlerle beş yıla yakın çalıştığı için dilimizi bilen Nazar bir yerde topluca teravih kıldıklarını açıkladı bize. Vakit geldiğinde Nazar'la birlikte inşaatların arasından yürümeye başladık. Duvarları örülmemiş yaklaşık yirmi katlı bir binanın ikinci katına karanlıkta yapımı tam bitmemiş merdivenlerden çıkmıştık ki; oda olabilecek birkaç duvar arasından gelen ışığa yaklaşınca, tatlı bir sesle okunan Kur'an'ı da duyduk.
  Yere bir kat ince kapron, onun üzerine halı serilmiş bir odaydı. Zekeriya,  Kur'an okumayı bitirip saygıyla poşetine geri koydu. Cemaate uzun bir dua ettirdi, aminler dendi. Daha sonra Zekeriya'nın bu eğitimi memleketi Tacikistan'ın Hocahan şehrinde medresede aldığını da öğrendik.
Fotoğraf: Fatih Kalkan

   Teravih kılacak yer için defalarca görüşmüşler
   Teravih sonrası çaylarımızı içerken, Rus patronlardan namaz yeri için izin almakta yaşadıkları zorluklardan bahsettiler. İlk taleplere karşılıksız kalan patronlar, daha sonra işi ağırdan almış ve defalarca görüşme yapmaları gerekmiş. Petersburg'da Türk şirketlerle çalıştığı için Türkçe bilen Munavar, belki tam on kez görüştüklerini söyledi. Neyse ki sonunda izin çıkmış ve Zekeriya'nın imamlığında her akşam teravihi eda etmeye başlamışlar.
   Hepsi evli, memleketlerinde çocukları var. Yanda, saçı olmayan atletli ve yaşlı bir adam var. Çok az Türkçe biliyor. Merhaba, çalış ve para ver, kelimelerini... İşini sürdürebilmesi için gerekli kelimeleri üç ay kadar Türk şirketinde çalıştığı dönemde öğrenmiş. Nazar'ın babası olduğunu öğreniyoruz sonra. Beş evladından ikisiyle birlikte burada kalıyor ve yemekleri o yapıyor. Taze ekmek, patatesli patlıcanlı türlü, yağda yumurta, domates-salatalık söğüş ve kompostodan oluşan menü gerçekten lezzetliydi.
Fotoğraf: Fatih Kalkan
   Aylık kazançlarının ailelerinden ayrı yaşamaya değip değmediğini soruyorum. Ellerine kalan parayla, memleketlerindeki ailelerinin daha rahat bir hayat sürdüğünü söylüyorlar. Tacikistan'da iş imkanları olsa burada durmayacaklarından bahsediyorlar. Nazar, 'burada otuz bin ruble alacağıma memlekette on beş bin ruble alayım ama yok ki' diye özetliyor durumu.
   Bir vagonda altı kişi kalıyorlar. Gece ve gündüz dönüşümlü çalışıyorlar. Vagonlardan yapılmış bu geçici hanelerde yaklaşık beş yüz işçi var. Kendileri gibi Tacik ve Müslüman toplamda yirmi kişi...
   Çay sohbetinde herkes, gerek Türkçe gerek Rusça memleketinden Duşanbe'deki, Dursunzade'deki çocuklarından bahsediyor özlemle. Zakariya ile, Coğrafya öğretmeni olan yol arkadaşım Fatih bey ortak arkadaşları Hacı ile tanışma hikâyelerini anlatıyorlar.  Rusça, Türkçe,  Tacikçe birbirine karışıyor ranzaların daralttığı vagon-hanede.
   Böyle bir yerde karşılaştığımız bu iman tutkusundan gönlümüze dolan sürûrdan bahsediyoruz onlara. Yüz metre yukarıda bir vincin içinde tek başına çalışan, ülkesindeki ailesine para göndermek için yüzlerce adamla vagon evlerde yaşayan bu insanların misafiri olmanın nasiple açıklanabileceği sonucuna varıyoruz yine...
   Yorgunluğun üzerine derin bir uykunun ardından tekrar bizi Şerbinka'dan metro istasyonuna götürecek minibüse binmeye giderken çok uzaklardan ismimizin yankılandığını duyuyoruz. Vincin tepesinde, 7 yıldır Rusya'da yaşayan, dünkü teravihin müezzini, bir erkek çocuk sahibi Cemşid'in bize el salladığını görüyoruz...

Ahmet Balcı, Moskova-Kazan, Temmuz 2015 

3 Eylül 2015 Perşembe

Çok Özel İnsanlar'a dair bir risalecik

   
Fotoğraf: Ahmet Balcı
   Sahaf Mezatları, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kitabın sadece taze bir nefes almasını değil, bir nevi spor yapıp nefes alış verişini geliştirmesini de sağlıyor. Ancak, okuyucuya ve yeni ilhamlar arayan yazarlara sadece kitap sunmuyorlar. Efemera tabir edilen çeşitli nesneler fotoğraf, kolye, şemsiye, olta vs olabildiği gibi eski bir not defteri ya da benzeri bir şey de olabiliyor. İşte böyle bir mezatta elime geçti “Çok Özel İnsanlar”. Bir kitap denebilir, ancak eline alan birisi bu kitap değildir diyebilir. İkisi de haklı çıkabilir. Bir defter denildiğinde veya aksi söylendiğinde iki hüküm de yalanlanamaz. Bir risale, risalecik?  Bu da en azından yanlışlanamaz bir ifade olabilir.
   Adı kırmızı kalemle el yazısıyla yazılmış bu tek nüsha kitapçık, ya da risalecik, toplamda yirmi yaprak üzerine otuz beş sayfa olarak hazırlanmış. Üstte ‘ÇOK ÖZEL” hemen altında İNSANLAR yazıyor ve, insanlar kelimesinin altına cetvelle iki çizgi çekilmiş. Derleyen meçhul kişinin ne kadar özenli davrandığına bir işaret gibi. Kapağı, risaleciğin içiyle aynı kâğıttan. Ancak, ciltlendiği yerden itibaren arka kapak daha sert bir kâğıt. Rengi daha açık, beyaza yakın. Ve en heyecanlısı, dünyada tek nüsha ve o da bende.
   Muhtemelen konuyu ilginç bulan dikkatli bir okuyucu bir yazı dizisini keserek biriktirdiklerini daha derli toplu bir şekilde saklama yoluna gitmiş. Meçhul derleyicimiz bağlamdan koparmadan bir kitap gibi hazırlamaya azami dikkat göstermiş. Kestiği her bir gazete parçasını yapıştırmak için tek bir şansı vardı büyük ihtimalle. Belki de kendi imkânlarıyla ‘bir kitap hazırlama’ isteğini bastırmaya çalıştı. Tabi serbest vuruşlarla çıkarıma çok müsait olan bu kitabın meçhul hazırlayıcısının psikolojisini bir kenara bırakırsak, farklı bir bilgi teorisinin geçerli olduğu dönemleri yaşayan biri olduğunu öne sürebiliriz gibi geliyor.
   Burada, Neil Postman’ın gösteri çağında kamusal söylemi incelediği ufuk açıcı kitabı Televizyon Öldüren Eğlence’de değindiği bilgi aktarımındaki araç (medium) değişiklikleri akla gelebilir. Matbaanın icadı, bilgi aktarımını sözlü yoldan basılı kitaba (tipografi) aktardı. Belli bir süre basılı kitap üzerinden ve kitabın söylem stiliyle ilerleyen bilgi aktarımı telgrafın icadıyla birlikte yeni aracının (medium) özelliklerini kazanmıştır. Daha sonra televizyon, yeni bir medium (araç) olarak bilgi aktarım stiline kendi özelliklerini katmıştır. Kitabı farklı bilgi teorisinin geçerli olduğu bir dönemin insanı hazırlamış olmalı, ifadesini açıklamak için girdim bu konuya. Kesilip özenle yapıştırılarak, ciltlenerek kitapçık haline getirilmiş yazı dizisinin üslubundan bir tarih kestirmek kolay olmadı. Zaten ben kestiremeden, sayfa sekizde yazarımız spoiler verdi.

Sabri Koz, kitaplarla... (kaynak: google)
   Sabri Koz: “Bir dönem meraklıları vardı.”


   Yapı Kredi Yayınlarında editörlük görevini yürüten eski kitaplar ve nadir eserler uzmanı Sabri Koz, bir dönem Türkiye’de böle bir kültürün oluştuğu bilgisini veriyor: “Eskiden, bazı gazete tefrikaları önlü arkalı, kitap sayfası gibi basılır ve kesildiğinde iki sayfalık bir kupür elde edilirdi. Meraklılar için bu bir güzel uğraştı ve tefrika tamamlandığında kenarları tıraşlanan ve sırtı dikilip ciltlenen kupürler birbirini izleyen, hatta sayfa numarası almış bir bütün haline gelirdi. “ Koz, Hakkı Tarık Us'un Vakit gazetesinde buna çok defalar rastladığını ve birçok kez sahaflarda benzeri şekilde oluşmuş tefrikaların karşısına çıktığını da belirtiyor. Ermenice gibi başka dillerde örneklerinin olduğunu da ekliyor… 
   Tefrikayı bir risalecik olarak derleyen kişi meçhulse de araştırmayı yapan kişinin Frederick Drummer olduğu daha ilk sayfada yazıyor. “Frederick Drimmer’in olaylar yaratan araştırması” başlığıyla muhtemelen tefrika olarak yayınlanan bir haber dosyasının özenle biriktirilmesi ve bir defterde toplanmasıyla oluşmuş. Tefrika da Drimmer’in 1973’te yazdığı “Very Special People: The Struggles, Loves, and Triumphs of Human Oddities” adlı kitaba dayanıyor. Kitap daha sonra da baskılar yapmış. İnternette 2010 tarihinde yapılmış bir baskısı satışta.
Yazı dizisine konu olan kitabın eski baskılarından biri...

   Yazar Drimmer –ya da derleyiciden de meçhul çevirmen- sekizinci sayfada kâhil olacak yaşa (30-50 yaş arası yetişkin olmak) geldiği bilinen ilk siyam ikizlerinden bahsederken “Şimdi yıl 1975” diyerek tarihi açık ediyor. Keşke hangi gazete yahut mecmuada yayınlandığına dair bir kayıt da bulunabilseydi. Eğer biri çıkıp "Ben hatırlıyorum, şu sene şu mecmuada yayınlandı." demezse, bunu bulmak için bir kütüphaneden 1975’in tüm süreli yayınlarını tek tek incelemek gerekebilir. Risalecik, çok büyük ihtimal 1975 yılında hazırlandı. Düşük bir ihtimal de 1975 yılında tefrika edilen bu “olaylar yaratan araştırma”yı okudu, kesti sakladı, daha sonraki bir tarihte de kaybolmasın diye onu bir kitapçık haline getirdi. Belki de bu son ihtimal geçerliyse, yayınlandığı mecranın adını bile hatırlamadığı için ona dair bir kayıt düşmedi. Sonuç olarak mecmua, 1975’ten önce hazırlanmış olamaz. 75, ne kadar eski bir tarih? Çünkü Harf devriminin ilk yıllarından hiç değilse 1930’lardan 40’lardan haber veren bir mecmua olduğu yönünde umutlanmıştım sekiz sayfa boyunca.
   Yazı dizisi siyam ikizlerinin ‘Siyamlı’ olarak bilinmesinin de kaynağı olan Siyam (Bugünkü Tayland) doğumlu iki –ya da bir- Çinli’nin Çang ve Eng’in hikayesiyle başlıyor. Siyam ikizlerinin hikâyesi risaleciğimizde sekiz sayfalık bir yer tutuyor. Sekizinci sayfadan on dördüncü sayfaya kadar kol ya da bacak gibi uzuvları eksik kimselerin hikâyesi anlatılıyor. On beşinci sayfa ile on yedinci sayfalar arası ‘Tüylü Kişilere’ ayrılmış. Sayfa on sekizden itibaren de cücelerin hikâyesi başlıyor. Sayfa yirmi dörtte deve-cüce oyunu devlerden tarafa dönüyor. Yirmi yedinci sayfanın yarısına kadar süren ‘dev hikâye’, sahneyi şişman ve zayıflara terk ediyor. İlginçtir ki aşırı kiloluların hikâyesi risalecikte fazla yer kaplayamamış. Yirmi sekizinci sayfanın yarısından itibaren yerlerini bir deri bir kemik insanlara, canlı iskeletlere bırakıyorlar. Bu kişiler de en az şişmanlar kadar ‘ince’ bir yer tutuyor risalecikte. Yirmi dokuzuncu sayfadan itibaren, kategorilendirilmesi zor münferit vakalara yönelmekte yazı dizisi.
   Meçhul derleyicinin hazırladığı bu risalecikte bazı cümleler makas kazalarına kurban olsa da, genel olarak titiz bir elin tefrikanın tamamını mecmuamız içinde tuttuğu söylenebilir. Tefrikanın bir partının bitip diğer partının başladığı yerler metnin bağlamı kadar yapıştırılan gazete kâğıtlarındaki renk değişiminden de takip edilebiliyor.
   Risaleciğimize alınan örneklerin birçoğu 19. yüzyıldan. Daha eski tarihlerdeki kayıtlara da gidiliyor tabi. On dokuzuncu yüzyıldan sonra en çok örnek yirminci yüzyıldan verilmiş. Bu çok özel insanların risaleciğe aşkedilen yazı dizisi boyunca gözlemlenen en önemli ortak özellikleri çoğunun sirklerde ya da birer menajer vasıtasıyla teşhir edilerek para kazanmaları. En çok Barnum ve Bailey sirkinin adı geçiyor, hatta Barnum müzesi yangınları çok özel insanların çoğunun işvereni olduğu için defaatle kendine yer buluyor. Özel insanlardan bazıları o kadar servet sahibi olabilmiş ki iflasa yaklaştıkları zamanlarda Barnum’a yardımcı olabilmişler. Bazıları ise Hollywood filmlerinde çeşitli roller almışlar. Buna rağmen tefrikada hiçbir film ismen anılmamış. Filmlere dair verilen tek tarih ise 1932, iki ayrı yerde geçiyor. Bahsedilen film sessiz sinema sonrası dönemde çekilmiş olan Freaks (Hilkat Garibeleri).
   Bugün bazı bilgilerin değişmiş olması da pek muhtemel. Bu kitabı hazırlayan meçhul derleyici, belki de yeni bilgiler ışığında başka bir mecmua da hazırladı. Belki de risaleciğimiz başka bir şehre, başka bir eve taşınırken kaybettiği belki hiç umursamadığı belki de hatırladıkça nerede acaba diye meraklandığı bir materyal onun için. Belki bir doktordu, belki bir tıp öğrencisi,  belki de sadece ilginç şeylere meraklı bir lise öğrencisiydi. Belki de bir bakkaldı. Ya da kıraathane işleticisi. Sinek avlayan bir berber ya da bir ev hanımı da olabilir. Bir öğretmen?
   Risaleciğe alınan tefrikadaki bazı örnekler hazırlandığı tarihe yakın yıllarda doğmuş. Mesela 1961’de 11 yaşında olduklarına dair bir ibare bulunan, Moskova Kliniğinde Prof. Anolcine tarafından “biyoloji uzmanı yetiştirilmeye koyulan” Macha ve Dacha adlı Rus ikizler hala yaşıyor olabilirler. Bu kitapçığın izinde o iki deforme vücutlu çok özel insana ulaşmak ne kadar ilginç bir deneyim olurdu?
   Risaleciği, dolayısıyla Drimmer’den çevirilerek tefrika edilen yazı dizisini okumak bazı insanlar için zor olabilir. Ancak bir Palaniuk romanından daha kolay olduğunu söyleyebilirim. Çünkü çoğu ‘normal’e uymayan görüntüsünden dolayı anlayışsız insanlar tarafından aşağılanmış, hakaretlere maruz kalmış çile çekmiş insanlar. Üstelik özel yaşamları, bedenlerinin özel yerleri denmeden çoğu teşhir edilerek üzerinden para kazanılan nesneler olarak görülmüşler.


   İlim Adamlarının Üşüşmeleri

   Bir kısmının muzdarip olduğu konu ise cesetlerinin peşinde koşan, hatta bazılarının “evlerinin etrafında leş kargaları gibi üşüşen alimlerdi”. İrlanda doğumlu iki metre yirmi beş santimlik dev Bryne, bedenini ölümünden sonra elde etmek isteyen doktor yüzünden arkadaşlarına ölümünden sonra bedenini denize atmaları için vasiyet etmişti.

   Bazıları, mesela siyam ikizi Hilton Kardeşler kendilerini satın alıp çalıştıran Mary Hilton’un kasasına akan paralara rağmen birer köle gibi yaşadılar. Kadının ölümünden sonra kızı ve damadının esiri olan kızları, bir taciz davası sonucunda bir avukat 'sahiplerinin' elinden kurtarana dek sürdü tüm bu işkence. Yine fil adam olarak tanınan John Merrick, yıllarca kendisini teşhir eden adamın kötü davranışlarına maruz kaldı. Merrick’in hikâyesi tefrikanın sonunda geniş yer kaplıyor. Deforme olmuş vücudundan dolayı kolay konuşamıyordu, zaten teşhir edildiği konseptten dolayı kimse de onunla konuşmuyordu. Hayatı, kendisini inceleyen bir doktorun verdiği kartı tren istasyonundaki görevlilere verip doktor Treves’e ulaşılmasıyla değişti. Son beş yılını onun gözetiminde huzurlu geçirdi. Doktorun ricasıyla güzel bir hanım kendisinin elini sıkıp halini hatrını sorduğunda Merrick, saatlerce ağladı. Bu ilk kez başına gelmişti.
   Zihnimizi kışkırtıcı ilgilere bir katman daha ekleyerek meşgul eden meçhul derleyicimiz bu yazıyı okur mu acaba? Hayatta mı, onu bile bilmiyoruz. Belki o da ‘çok özel insanlar’dan biriydi, kim bilir?